BELDEN AŞAĞI VURMAK...

 

Greko-romen güreşte belden aşağıya dokunulmaz.

Belden aşağıya vurdunuz mu, bir puanınız gider.

Öyle arkaya dolanıp bir puan alma kurnazlığı bu güreş tipinde işe yaramaz…

Bir de güreşin serbesti var, biliyorsunuz.

Serbest güreşte belden aşağıya da dokunursunuz, yukarıya da…

İtersiniz, çekersiniz, sarıp sarmalarsınız, kıvırıp bükersiniz, her şey [adı üstünde] serbesttir.

Ama vurmazsınız!

Aşağıya da vurmazsınız, yukarıya da vurmazsınız.

Vurmak yasaktır.

Çünkü o zaman iş spor olmaktan çıkar, yiğitçe iki er insanın mücadelesi olmaktan çıkar; kin olur, düşmanlık olur, kalleşlik olur…

Vurmak… Hele hele belden aşağıya vurmak, her türlü ahlaki kaygıyı, ölçüyü, disiplini, yiğitliği ve erdemi bir kenara bırakıp, uluorta ve hayasızca saldırmak halini alır…

Düpedüz ve sadece saldırmak: tıpkı vahşi bir yaratık gibi…

Kendini tehlikede görüp, ya da izlenen patikanın daha da inceldiğini görüp, karşı koyma refleksine teslim olmak gibi…

Belden aşağıya vuran kişi işin, “Gayeye ulaşmak için her yol mubahtır…”

Her şey kullanılabilir.

Her yön denenebilir.

Her çukurun içine dalınabilir.

Her ağaya paşam; her paşaya ağam denebilir.

Yüz elli gram çıkar için her kılığa girilebilir.

Her çiçekten bal, her sinekten yağ çıkartılabilir…

Elinize bir yetki mi geçti?..

Sadece kendi çıkarı, kini, öfkesi ve hedefi için seferber edilebilir.

İnsaf, vicdan, adalet duygusu, demokrasi kültürü, erdem ve benzeri değerlerin üstü örtülüp, hunharca kirletilebilir.

Ve [en tuhafı], bütün bu herzelerle gün boyu hep birlikte göbek attıktan sonra gece yastığa baş konduğu gibi, mışıl da mışıl uyunabilir…

Çünkü vicdan pörsümüştür.

Gönül kurumuş, kül rengi olmuş, yastığın kenarında solup durmuştur.

Belden aşağıya vurmak, gerçekte umutsuzluğun ve çaresizliğin en uç noktaya ulaşmasından kaynaklanır.

O uç noktada deniz bitmektedir.

Şapka düşmeye çeyrek kalmış, kel gözükmek üzeredir.

Pırıl pırıl parlayan kel başa yeni baştan saç ekmek ve kendi sonuna yaklaşan makûs talihi [ve kaderi]  tersine çevirmek mümkün değildir.

Şunun şurasında ne kaldı ki?..

Ekim ayı kapıyı çaldı bile; sonra Kasım, Aralık: Hoş geldin 2013!..

Hele hele şubat’ın içinden baharı kovalamak ne kadar da heyecan verir insana… Sonra, 1 Nisan… Aman dikkat.

Sonra 1 Mayıs!.. Bir kez daha dikkat.

Ve derken Haziran, Temmuz, hoş geldi Akbük’ün tatilci gezginleri: Ağustos…

İşte sonbaharın ısıran hüznü!

Eylül’e mi geldik?..

Peki ya sonra?..

Sonra… Nerede pırıl pırıl akan sular?

Yok… Sulara ne oldu?

İnak içti.

İneğe ne oldu?

Dağa kaçtı.

Ya dağ ne oldu?

Yandı bitti kül oldu!..

İşte mesele budur… Şunun şurasında ne kaldı ki?..

Önceki ve Sonraki Yazılar