BİR YEŞİLÇAM GÜNCESİ

 

“Düştüm düşlerimin ardına düş kırıklarının beni beklediğini bile bile… “                                                      “… Büyük Parmakkapı caddesi numara üç.” diyor telefondaki ses ve sürdürüyor, “Taksim’den İstiklal ‘le girişte soldan ilk sokak, karşına okul çıkacak, ilk ara sokak…” belleğimden geçen bu sözler ayaklarımı yönlendiriyor. Az önce indiğim Kabataş vapurundan çıkıp çiseleyen karla birlikte Gümmüşsuyu’ndan Taksim’e geldim. Karşımda demir kapılı okul, ilk ara sokağa saptım. Kar çiseliyor, hava soğuk ama üşümüyorum. Beynimde sıcacık düşler… Biliyorum tılsımlı bir dünya beni bekliyor… “… burası mı ?” diyorum, bodrum merdivenlerinden inen garson kılıklı adama. “İlk kez geliyorsan, yukarıya kayıt olacaksın.” diyor. Kim bilir kaçıncı kez yineliyor bu sözleri, her gün… Eski yapının daracık merdivenlerinden üst kata çıkıyorum. Bir üst kata çıkan merdivenler ve yandaki kapı karşılıyor beni. Kapı kapalı, az önce buradan çıkan, mini etekli bir kız merdivenlerden süzülüyor üst kata. İsteksizce izliyor gözlerim. Kapıyı öğrencilikten kalma bir alışkanlıkla vurup, giriyorum içeriye. Biri sakallı, iki kişi var içeride. Duvarlarda eski film afişleri, Keşanlı Ali Destanı’na gözüm ilişiyor. ” Engin Cezzar’ınki. İçime bir ılıklık yayılıyor. Eh ne de olmasa ben de Keşanlıyım, hem de Ali!... “Keşanlı Ali abilerin komşusuyum,” desem mi acaba? Bir yararı olur mu diye geçiriyorum usumdan. Oysa biliyorum o bir öykü kahramanı. Böyle bir esprinin sırası değil.Vazgeçiyorum. Duvarda bir pano var, Yılmaz Güney’in , Fatma Girik’in, tanımadık birkaç fotoğraf iğneyle tutturulmuş üzerine. Masa başında oturan, önündeki deftere bir şeyler yazıyor. Sakallının boynunda flaşlı bir fotoğraf makinesi var. İkisi de takım elbiseli, artist gibiler. “Sabahleyin telefon etmiştim.” diyorum. “Önce kayıt.” diyor, sakallı olan. Adımı, adresimi, işimi yazıyor önündeki deftere masa başındaki. Adres olarak okulumu söyleyince, “Karşıdan gelmek zor olmayacak mı? Belki etkili olur diye, “Üç aydır boykottayız,” diyorum. “O zaman sorun yok!” diyor. “Şimdi fotoğraf.”diye ekliyor, ardından. Sakallının gösterdiği iskemleye ilişiyorum. Yan oturtuyor, başımı çeviriyor, “Kıpırdama!” diye uyardıktan sonra basıyor makineye, flaş patlıyor. Panoyu gösterip.”Resmini buraya asacağız, uygun rol için buradan seçileceksin.” diyor. “Borcun on iki buçuk lira.” diye ekliyor. Parayı verirken, kayıt eden “Alt kata çayevine inip, bizden haber bekleyeceksin, her an bir iş çıkabilir.” diyor. Bodruma, çay evine iniyorum. Penceresiz, izbe yer. Sigara, eskimiş çay kokuyor.Tüm duvarlar afişlerle kaplanmış. Karşıda çay ocağı, su buharı yükseliyor. Bir lamba ölgün ışığıyla aydınlatma çabasında bu daracık yeri. Üç masayı sekiz-on iskemle çevrelemiş. Tanıdık birkaç yüz var. Şu sakallı yaşlı adam, köy filmlerinde imam oluyor çoğunlukla. Karşısındaki kadını hiç görmemişim. Masalardan birine ilişiyorum yabancı yabanc, acemiliğim yüzümden okunuyor. İçerdekilerin hoşnut olmadığını hissediyorum. Ya da havalanmışlar gibi geliyor bana. Yanıma benim yaşlarımda biri oturuyor selam verip. Çaycı bir çay bırakıyor sorgusuz önüme. Yarısı kesik yüzük parmağına takılıyorum. “Sağ ol! “diyorum. “Çay içer misin ?” diye soruyorum, yanıma oturan yaşıtıma. “Ben, Hüseyin Avni Dede .” diye tanıtıyor kendini. Elindeki kitabı masaya bırakıyor. ”Tek Şekerli Çınaraltı “ H.Avni Dede yazıyor, şiir kitabının kapağında. Rastgele bir sayfa açıyorum, ”…zamanı yaşamayı sınıyorsunuz /odanız o kadar küçük ki bir sigara içseniz ısınıyorsunuz…” dizelerini mırıldanıyorum, ilgilenmiş olmak için… Yıllardır tanıyormuşum duygusuna kapılıyorum ve rahatlıyorum. “Sizin kitabınız mı?” diye soruyorum, laf olsun diye… “Evet” diyor Hüseyin Avni. Flaş patladı mı diye soruyor, ardından da, “Her yeni gelene patlar o flaş ama hiçbir zaman fotoğraf panoya asılmaz.” diye ekliyor. Bizim on iki buçuk liranın ayakbastı parası yerine geçtiğini düşünerek gülümsüyorum. 

Önceki ve Sonraki Yazılar