ABDULLAH ZİYA KABAK

ABDULLAH ZİYA KABAK

BİZİM KAHVEHANE

 

 

Kahveci Osman, basın müdavimlerini hoş tutmak için, basın masasını akşamdan hazırlattı. Sabah Kahvehaneyi o açtı. Yarım saat oldu. Basın mensuplarından, henüz gelen olmadı. Osman’ın bir gözü basın masasında, bir gözü de kapıda idi.

“O’nun huyudur. Müşterilerden birisinin gelmediğini anlasın, içine bir sıkıntı düşer. Şu anda sıkıntılı bir an yaşamaktadır”

Hoca, elinde pazar çantası ile içeriye girdi. Yükü oldukça ağırdı. Osman, Hoca’ya yorgunluğu gidermek için bir çay verdi. Nerede kaldınız demeye hazırlanırken, Gümüş Saçlı adam, Bıyıksız Şair, Telgrafçı, Yılmaz Bey ve Zühtü Bey kapıdan içeriye girdiler. Osman, müdavimleri bir arada görünce neşesi yerine geldi.

Çaylar, yedek altına yazıldı. Hoca altı kişilik oturumu açtı. Basın masası ilk kez böylesine kalabalıktı. İlk sözü gümüş adama verdi. Gümüş adam;

-“Arkadaşlar, Söke’nin ekonomisi dibe vurmuştur. Seçime birkaç ay kalmasına rağmen partiler bile seçim atmosferine giremediler.   Bir Ergenekon davası sürüp gidiyor. Bu gidişatın sonu nereye varacak merak ediyorum. Esnaflar, dükkan kirasını veremiyor. Emekliler her ay açık vermekten dilenciye döndüler. Key paralarını ise bazı vatandaşlar aldılar. Bazıları da bekliyorlar. Bu ne biçim adalettir anlamıyorum doğrusu” dedi.

Hoca, ikinci sözü bıyıksız şaire verdi. Bıyıksız;

- “Beyler, şu an İsrail’in yaptığına bakın. Şu asırda yapılacak bir davranış mı? Sanki karşısında tam teşekküllü bir ordu varmış gibi uçak tank ve gemi ile savaşıyor. Muhatapları ise bir avuç sivil. Öldürdükleri ise çocuk ve kadınlar. Bu mu İsrail! in savaştığı ordu?” dedi.

Hoca üçüncü sözü telgrafçıya verdi. Telgrafçı bıyıksızın konuşmasına paralel olarak;

- “Arkadaşlar, Cuma namazından sonra Filistin, İsrail savaşına karşı Pretosto yürüyüşü yapıldı. Bu gibi olağan olaylara duyarlı olmak, insanlık namına yapılan bir eylemdir. Aslında bu konu tartışmaya değer bir konudur. Ama şu günlerde zamanı değil. Belki gelecek günlerde enine boyuna tartışırız ” dedi.

Hoca uzun aradan sonra tekrar aramıza katılan Yılmaz Bey’e verdi. Yılmaz Bey;

- “Arkadaşlar, uzun zamandır bel ağrısından dolayı yatmaktaydım. Sizleri özlediğim için zor olsa da buraya kadar geldim. Gündemden oldukça uzakta kaldım. Ama şu Ergenekon dosyası oldukça beni üzüyor. Ergenekon dosyasından dolayı, seçmen kütüğündeki fazlalıklar ile var olup da yok sayılanların durumları unutuldu. Seçime, bu seçmen kütüğü ile gidilirse şaibe taşıyacaktır.

Hoca kızdığını bildiği halde son sözü Zühtü’ ye verdi. Zühtü;

- “Arkadaşlar, şu kanıya vardım ki, Türk’e Türk’ten başka düşman yok. Hiçbir devlet kendi yurttaşlarını etnik kimliklere bölmez. Ne çare ki Türkiye’de devlet eliyle bölünüyor. Oysa bölmek istenilen etnik kimlikler Osmanlı devletinin var oluşundan yok oluşuna kadar beraber yaşamışlardır. Yeniden var olmanın içinde bölünmek istenen etnik kimlikler de vardı. Çanakkale de onlar içimizdeydiler. Yurdumuza, Yunanistan, İtalyan, Fransız ve İngilizler bayraklarını diktiklerinde de, bölmek istenilen etnik kimlikler bizimleydiler. Hiç bir Türk  sorulmadıkça (Ben Türk’üm) dememiştir. Onlarda sormadıkça, kimliklerini söylememişlerdir. Bu güne kadar hepimiz Türk adıyla yaşadık. Şimdi ne oldu da bölük pörçük olduk. Kimisi Kürt, kimiz  Arnavut, kimisi  Çerkez, kimisi Laz, kimisi Ermeni, kimisi Rum. Sayamadıklarım hariç. Bu etnik kimlikler dün olduğu gibi bu günde var. Aynı etnik kimlikler her devletin bünyesinde vardır. Ne var ki devletin adı her zaman ön plandadır. Oysa son günlerde Türkiye’de, Türk’üm demek suç haline getirilmek isteniyor. Bazı aydınlar haklı olduğumuz halde haksızmışız gibi Ermenilerden özür dilemeye kalkmışlardır. Tabi ki özür, özür dileyeni bağlar. Toplumu değil. Neyse arkadaşlar konuşulacak çok konu var. Bu haftalık bu kadar yeter dedi.”

Hoca, eve geç kaldığı için haftaya görüşmek için oturumu kapattı.

Önceki ve Sonraki Yazılar