KENTİMİ SEVİYORUM -7-

 

geçen haftadan devam

Hamdi amca, “ihtiyar çocuk” köşeden çıkıverdi karşıma.  Bir pabucu elinde, yüzünde kızgınlık  mırıldandıklarını anlamasam da az önce kendisini kızdıran yaramaz çocuklara ağzına geleni söylediği belli. Burnundan soluyor, koştuğu belli. Pabucu da giymemiş, her an bir saldırı gerekebilir düşüncesiyle. Selam veriyorum, beni görmüyor bile. Peşine takılıyorum. Dükkânın kapısı açık. Ardından dalıyorum içeri. Burnuma eskimişlik, toz, küf kokusu çarpıyor. Havasızlık. Yerde pet şişeler, eskimiş yeni giysiler, gömlek, pantolon, kravat, çocuk çamaşırı, gazeteler, oyuncaklar, kitaplar. Naylon poşetler, çerçeveli resimler, içinde ne olduğu belli olmayan ağzı bağlı poşetler. Önce bozuluyor Hamdi amca içeri girmeme, belli belirsiz alıyor selamımı ileri gitmemi engelleyerek aldığı sandalyesiyle kapı önüne çıkarken beni de dışarı sürüklüyor. Zaten iki kişinin geçeceği kadar alan yok. Dışarıda sıcak hava yalıyor esen hafif rüzgarla. Yılların birikintisi, çürümüşlük, eskimişlik ve mezbelelik haline gelmiş. İçerisi dışarıdan bakınca bir gizemlilik taşıyor, bir merak uyandırıyor insanda.  Sandalyesine çöküyor iki büklüm.  Ayakkabısını giyerken, veletlere bir küfür sallıyor. Belli ki daha hıncını alamamış. Yorgunluğu da cabası. “Bir gripin versene” diyor. Konuşmak istiyorum, merakımı gidermek için.  Yandaki eczaneden bir solukta iki gripin alıp getiriyorum. Heybeye dönüşmüş cebinden çıkardığı mini su şişesini dikip birisini yutuyor gripinin. Atıkları cebine koyuyor. Diğer cebinden çıkardığı bir gazete parçasını okumaya başlıyor, benim orada olduğumun farkında değilmiş gibi. “Hamdi amca kaç yaşındasın” diyorum. “Sana ne?” hiç beklemediğim bir yanıt. “Ben gazeteciyim.” diyorum. “Bana ne” diyor. Aslında elinde bulunan eski gazeteleri sormak istiyorum, gazete müzesi  için ama nafile, bugün iletişime geçmek zor. “ Kolay gelsin”  diyorum, “Tevellüt 1931” diyor arkamdan.

İçimde yarım kalmışlık hissi yürüyorum. Aslında “özel” insanlarla iletişim kurmak zor değildir benim için ama Hamdi amcayla olmuyor. Yürüyorum, İstasyon caddesi kaynıyor…İnsanlar, araçlar arı kovanı gibi bir düzen içerisinde. Sağda akıp giden yolun karşısı trafiğe kapalı. Kuyumcu ve banka şubesinin arasından kısığa giriş demir kapıyla engellenmiş. Bankamatikte insanlar sırasını bekliyor. İlerisi asmalı sokak, minyatür dükkânlar var. Ve köfteciler. Keyifle öğle yemeği yenebilecek aş evleri.Yol bedestenin önünden hükümet alanına çıkıyor.

Ve kahve evi. İlk açıldığında kentte büyük bir eksiği giderdiğini düşünmüştük. Daha sonra benzer türde bir çok kaliteli kafe açıldı.  Müşterilerine kaliteli hizmet veren ve caddeye yakışan bir mekan olarak çok yerinde  ama alt katıyla bütünleşmiş bir kafe  Sevgi yoluna daha da yakışacaktır. Beyaz eşya dükkanı. İsmet amca da Söke’nin çınarlarından. Fatura merkezi , Süt Ürünleri ardı ardına ve  karşıda başka bir banka. Sağa giden yol . Karşısındaki de Aydın caddesine bağlıyor, İstasyon caddesini.

Peynirci demek yeterli mi bilmiyorum ama; peynir, zeytin de bol çeşit. Herkesin damak tadına göre aradığını bulabileceği naif bir dükkan. Yumurta, sucuk, turşu, tahin, pekmez hülasa gıdanın tüm çeşitleri mevcut. Genç arkadaşım, “Hocam yazdıklarını okuyoruz esnaf arkadaşlarla, umarım ilgililer de temennilerini  değerlendiriyorlardır.” demişti bir gün. Çok hoşuma gitmişti, ne yalan söyleyeyim. Burası da sık sık uğradığım yer küçük küçük alışverişlerimde.

Bankayı  geçiyorum. Karşıda, çeyiz mağazası, perdeci, kuyumcu, kitapçı. Bu yanda beyza eşyacı, parfümcü, gözlükçü, çamaşırcı, dolmuş durağı. Ve bir kısık daha girişte boyacı amca. Ve çay evi yol üstü dinlence yeri. Bir de taşıtlar geçmese. Çayına doyum olmayacak. Karşıda sola kıvrılarak giden ve günün belli saatlerinde trafiğin engellendiği kısık. Gümüşçü, saatçi. Sarraf, Banka. Sağda piyangocu büfe, bir zamanların en büyük ikramiyesinin isabet ettiğini anlatan afiş.  Kırtasiyeci, berber, telefoncu.

-devamı haftaya-

Önceki ve Sonraki Yazılar