YARIN?.. HAYIR ŞİMDİ!

(faruk haksal)

Evet, şapkayı masamızın üzerine koyacağız ve aklımızı başımıza toplayacağız.

Akıl bize, yaşamımızı, yaptığımız seçimlerle kendimizin şekillendirdiğini ve hatta yarattığını söylüyor…

Her birimiz, yaşantımızın sonucuyuz ve yaşantımızda gerçekleşen her şeyden sorumluyuz.

Başımıza gelenlerin her biri, algılama, teşhis, kavrama ve düşüncemiz sonucunda yaptığımız seçimlerin zorunlu sonuçlarından ibarettir.

Yetkin bir kişi olmanın özü ve esası, kişinin düşünce, duygularının, yaptığı seçimlerin, davranış ve duruşlarının sorumluluğunu üstlenmesinden kaynaklanmaktadır.

Bir başka deyişle yetkin olmamak; bireyin kendi seçim, düşünce ve duygularını, kendisi yerine bir başkasının [otoritenin] belirlemesine izin ve onay vermesi demektir.

İnsanın kendi yaşantısından tümüyle sorumlu olduğunu fark etmesi, yani bu yöndeki farkındalığı, uygar bir aydın, yani “yetkin bir birey” olmanın ilk ve en önemli adımıdır…

Evet, bireysel yaşantımız içinde her şeyden sorumluyuz.

Yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan sorumluyuz.

Toplumsal yaşam içinde de, öteki insanlarla olan ilişkilerimiz ve ulusal görevlerimiz çerçevesinde [yine] her şeyden sorumluyuz…

Bu sorumluluğu buruşturup bir kenara attığımızda ya da dışımızdaki bir güce, müesseseye ya da bir düşünce sistemine ciro ettiğimizde bizi birileri yönetmeye başlar…

Düşüncelerimizi usul usul, yavaş yavaş şekillendirmeye başlar.

Derken sosyal ve siyasi kılıflara bürünmüş bir “otorite” çıkar ortaya…

Bireysel yaşantımızı şekillendiren manevi [içsel] dünyamızı irreel güçlerin yönetimine terk ettiğimizde ise, kendimize egemen olma [ve yönetme] imkânımızı kendi ellerimizle “yarattığımız” bu manevi otoriteye teslim etmiş oluruz.

O zaman da “gönlü hür, vicdanı hür, düşüncesi hür” bir yurttaş olma hak ve imkânımızı bir tepsi içinde bizi yönetecek olan kişi ya da sistemlere terk ve teslim etmiş oluruz.

İşte şimdi…

Tam da bu günün içinde, yani takvimler 13 Haziran 2011 tarihini gösterirken bu sorumluluk bahsini biraz daha derinden kurcalamak, sanıyoruz zorunlu bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor.

Bu kurcalama birçok yerimizi acıtabilir.

Ama gereklidir.

Hatta kaçınılmaz bir zorunluluktur.

12 Haziran’ın bize getirdiği koşuların sorumluluğu mutlaka tartışılmalıdır.

Enine boyuna sorgulanmalıdır.

Herkes, her yurttaş, her vatandaş, her birey, her siyasi parti, ortaya çıkan sonucun içeriğini eşeleyip, kendi sorumluluğunu bulup, tespit etmelidir.

12 Haziran gökten zembille bir günde inmemiştir!

14 Mayıs 1950’de yola çıkılmış, 27 Mayıs 1960’da kısa bir mola verilmiş, 12 Mart’ta yola devam edilmiş, 12 Eylül’ün “nurlu” tünelinden geçmiş, Özal döneminin sivil cuntası ile palazlanılmış ve Erbakan Hoca’nın alt edilmesi sonrasında şaha kalkmış [ısrarlı, sabırlı ve inatçı] bir büyük yürüyüşün sonucudur.

Peki, bütün bu gelişmeler gözlerimizin önünden bir sinema şeridi gibi geçerken;

- Biz ne yaptık?..

Nelerle gönül eğlendirdik?

Nelerin olmasında ve olup bitenlerin “nasıl”ında ki sorumluk paylarımız nelerdir?

Ve sevgili Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı o çok önemli eseri içinde yer alan o meşhur soruyu tekrarlıyoruz:

- Ne yapmalı?..

Bırakıyoruz 1917’lerin “Ne Yapmalı?”larını bir tarafa [şimdilik]…

Ve kendi ülkemizin “Ne Yapmalı?”larında buluşma zorunluluğunu koyuyoruz önümüze…

Eğer bir terziliğe soyunduysak hep beraber, önce kendi söküğümüzü dikmemiz gerek, hem de hemen; hem acil ve hem de müstacel olarak…

Yarın?..

Hayır şimdi!

Önceki ve Sonraki Yazılar