BİR GECENİN SONUNDA

OYHAN HASAN BILDIRKİ

 

 

Gün, daha henüz ışımamıştı. Buğulu camın gerisinden Polatlı’nın karanlığı delen ışıkları, kıpış kıpış, fakat belirsizce görünüyordu. Sabahın güzelim sessizliğini doya doya koklamak, tanyerinde sürüp giden renk dövüşünü kana kana görebilmek… Korkusuz olmak. Ne kadar güzelmiş değil mi?

Ya, korku dolu günler?

Orta yaşlı adam, alnında biriken terleri, elinin ayasıyla kuruladı. Telâşla ceplerini yokladı. İç cebindeki yarı ıslanmış sigara paketini buldu. Tuttu, bir sigara yaktı. Yanındaki inzibat erine baktı. Yarı uykudaydı.

- Hışt, hemşerim! dedi. Yakar mısın?

İnzibat eri, elleriyle gözlerini ovuşturdu. Kendisine uzatılan sigarayı aldı, yaktı. Duman kokusu, ortalığı sardı. Esneyip uyananlar oldu. Aksırıklar, öksürükler, çoğalan seslere karıştı.

Orta yaşlı adam, sigarasını söndürdü. Uyuyormuş gibi yaptı. Gözlerini hafifçe yumdu. Düşündü.

Daha dün, kurşun gibi ağır bir korku, yüreğini eziyordu. Dolaşık çilesi, yollarını düğümlemişti. Bütün kapıları acabalarla çalıyor, erim erim eriyordu.

Çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Henüz yeni evlenmiş, karısı ilk çocuğuna hamileyken, asker ocağının yolunu tutmuştu. Görenlerin gözünde, bir içim suydu karısı. Köyde, bütün delikanlıların gözü ondaydı. Veli, çok güzel kaval çalardı. Fadime, kavalın bu yakıcı sesine mi vurgundu, ne? Kaç görücüyü geri çevirmiş, babasının güzel hatırı için bile, hiçbirisine olur dememişti. Sonunda Veli’nin dünürcülerine açıldı kapıları. Düğün dernek derken, birbirlerinin oldular. Koyunları ağıla birlikte sürdüler, sütü sağdılar, maya tuttular.

Bir ilkbahar gününde, şeftalilerin domur domur çiçeğe durduğu bir günün gecesinde, Veli’yi de odaya çağırdılar. Muhtar, şubeden gelen kağıtları imzalattı.

- Yarın yolcusun, aslanım! dedi.

- Yarın mı? diyebildi Veli.

- He, ya!

- Yarın ha?

Gece; bir perde gibi indi, açıldı. Veli, Fadime’sini anasına ısmarladı, helâlleşti. Diyarbakır yolunu tuttu. Acemilik derken, usta asker oldu.

- Askerlik gibisi yok, diye düşündü. Kısa zamanda okuma yazma bile öğrendim. Ne kaldı şurada? Ah, bir de doğacak çocuğum oğlan olsa! Bizdeki beyliğe diyecek mi olur?

Talimden döndükleri bir günde, akasyaların gölgesine, birbirlerine sırt vermiş bir şekilde, üç beş asker oturmuştu. Aralarında Veli de vardı. İleriden, onbaşının; “Posta!” diye seslendiğini duydular. Herkes, sese doğru koştu. Veli, ürkek, umutsuz, onbaşıya yaklaştı. Onunla göz göze geldi. Onbaşı bir baktı, durakladı. Bir mektubu, küçük parmağının arasına aldı, sakladı. Veli, böylesine bir davranışa hiçbir anlam veremedi. Omuzlarını çekti. Geriye döndü. Akasya gölgesine gitti. Kendilerine mektup gelenleri kıskandı.

Karavana borusu çaldı. Askerler, yemekhaneye doluştu. Veli’de bir durgunluk var. İsteksiz, arkadaşlarına yemeklerini dağıttı. Birlikte yapılan yemek duasından sonra, lokâle indi. Tam giriş kapısında, omzuna dokunan eli, silkip attı. Baktı, posta onbaşısıydı. Toparlandı.

 Onbaşı;

- Ne o, hemşerim? dedi. Görüyorum, canın bir şeye sıkılıyor. Öfke, burnundan akıyor.

Veli, sorulana karşılık vermedi.

Lokâlin seyrek, ayak altı olmayan bir köşesine çekildiler.

- Çayları söyle, bakalım! dedi onbaşı.

Çaylar ısmarlandı. İçtiler. Onbaşının kıpış gözlerinde, oynadığı oyunun zevkini çıkaran bir gülümseyiş vardı. Veli, televizyondaki sese kulak kesildi. O ses, sanki Veli’nin yüreğini okuyor, onun anlatamadıklarını dile getiriyordu: “Bugün posta günüdür, canım sıkılır.”

- Üzülme be, Veli!

- Üzüldüğüm yok, onbaşım.

- Hadi, hadi! Gözün aydın! Bak, mektubun var.

Veli, onbaşının uzattığı mektubu alınca, yerinde duramaz oldu. Kalktı, izin istedi. * Devam edecek