FARKINDALIĞIN SORUMLULUĞU

FARUK HAKSAL

Bir ünlü düşünür şöyle diyor:

- Sorumluluğun “farkında olmak,” kişinin kendi özünü, kaderini, hayat durumunu, duygularını ve hatta acı çekişini yarattığının farkında olmaktır. Böyle bir sorumluluğu kabul etmeyen, çektiği sıkıntı için başkalarını  [başka insanları ya da başka güçleri] suçlamaya devam eden bir kişinin kendisini geliştirmesi olası değildir…

Hatta bizce bu nitelikteki bir kişi için “kendini geliştirme” denen bir hedef ya da kavram mevcut değildir…

Sorumluk duygusu sanıyoruz uygar bir insanın en temel niteliğidir.

Hiç kimse sizi bir şeyi yapmaya zorlamamışken, kendi özgür iradenizle o şeyi yapmak, bir görevi yerine getirmek ve olup biten [istisnasız] her şeyde kendi sorumluluğunun payını acımasız bir tarafsızlıkla tespit etmek… Ve sonra “sorumluluktan görev çıkartmak”…

İşte uygarlığın alfabesi bizce budur.

Uygar insan, kendisini yönetebilen ve hemen bunun yanında yaşadığı toplum içindeki görev ve sorumluluklarını bir çobanın kendisini gütmesini beklemeden yerine getirebilen bireydir.

Yılanın kendisini ısırmasını beklemeden, yılanların düzenine karşı başkaldırmasını bilen, bilincini bu mücadele içinde geliştiren ve bireysel karşı duruşunu toplumsal örgütlenmenin dinamosu haline dönüştürebilen insan, çağdaş ve uygar bir bireydir.

 

Bu ülkenin durumunu ve getirildiği yeri beğenmiyorsak, ortaya çıkan bu sonuçtaki payımızı sorgulayabilmeliyiz…

Nerede hata yaptık?

Neyi eksik yaptık?

Nerede sustuk?

Ülkenin bu hale getirilmesindeki bireysel sorumluluğum kaç okka çekmektedir?..

Evet… Somuta indirgediğimizde mesele biraz çatallanmaktadır…

Yukarıda sözünü ettiğimiz genel doğruların pratiğini hayata geçirmek o kadar kolay değildir.

Hangimiz, Türkiye’nin içine itelendiği uçurumun nedenlerini irdelerken kendi sorumluluğunu [cesurca ve tarafsız bir gözlemle] aynı masanın üzerine koyabilmektedir?

Emperyalizmin en büyük stratejilerinden bir tanesi insanları kendi küçük dünyaları içine hapsetmekten geçmektedir.

Televizyon ekranları, üst üste yan yana sıkıştırılmış apartman dairelerine tıkılmış küçük ailelerin toplumsal düzeninde komşuluk yok edilmiştir, ortak mahallerde toplanarak insani ilişkileri geliştirme, sıcaklaştırma yok edilmiştir…

Ve bizler, içine hapsedildiğimiz küçük dünyalarımızın pencereleri olan televizyon ekranlarından dünyaya “seyirci” bir konuma prangalanmış durumda “toplumsal olan” her şeyden koparılmış bir düzlemde yaşayıp gidiyoruz…

İşte bu yaşayıp gitme olgusu “farkındalığın” ortadan kalkmasına neden olmaktadır…

Ve her birimiz böylelikle, kendi özümüzü ve [hatta] kendi kaderimizi bile farkında olmadan, geçen her günü bilinçsiz bir seyirci suskunluğu içinde birbirine bağlayarak telef ediyor ve yaşamlarımızı kör/kütük bir sıradanlık içinde sürdürüp geçiriyoruz…

Farkında mıyız?

Hiç değilse, bu hayatı gerçek anlamda farkında olmadan yaşamakta olduğumuzu, farkında mıyız?..

Demek farkındayız…

O zaman bu ülke niçin bu halde?

Ve bizler neden yaşamın sadece kıyısına tutunmakla yetinerek yaşıyoruz bu hayatı?

Neden?