KÜÇÜK ADAMLAR

OYHAN HASAN BILDIRKİ

 

 

Bekir Ağa, toprak adamı. Konya düzlüğünden bu tarafa taşınınca, çoklarının yaptığı gibi davranmadı. Toprakla uğraştı, didindi, durdu. Varlıklıydı. Ele güne muhtaç değildi. Kapısında karakullukçular çalıştırır fakat ufak tefek işlerini kendisi görürdü. Pek kahveye çıkmaz, boş zamanlarını evinin geniş bahçesinde değerlendirirdi. Bugün de öyle yaptı. Çapasını, bel küreğini, el tırmığını aldı, bahçeye indi. Ocak sonu. Hava sıcak. Yazdan kalma günler, geri geldi. Eriklere, bademlere çiçek düştü. Toprak, uyanıyor. Bu uyanıştan faydalanmalı, erken de olsa, soğan, sarımsak, bakla tarhlarını hazırlamalı.

Bekir Ağa, boyunca şahlanan kurt köpeğine kızdı, çıkıştı.

- “Höst, edepsiz!” dedi.

Kurt, pustu. Bekir Ağa yürüdü. Bahçenin alt başına gitti. Burası ağaçlardan uzaktı. Güneş ışıklarına da oldukça açıktı. Bel küreğine bastı, toprağın tavlı olduğunu gördü. Kendisini, işine verdi, tarhları hazırladı. Derip toparladığı ot artıklarını, bahçesinin ön cephesinden geçen dereye attı. Suya düşen otlar yayıldı. Az sonra da suyun deli burgaçlarına kapılıp uzaklaştılar.

Bekir Ağa döndü, acıkan kurduna yalını verdi. Kiracısının küçük oğluna seslendi:

- “Ülen Muharrem, az bak!” dedi. “Acık uzakta oynayın gayrı.”

- “Nedenmiş?”

- “Nedeni: Bahçe ekilecek. Tohumları çiğnerseniz, çıkmaz da.”

- “Olur! Yalnız, çaya girdiğimizde babama söylemeyeceksin değil mi?”

- “Düşünelim.”

- “Düşünelim, olmaz. Açık söyle.”

- “Peki, söylemem,”

- “O zaman, biz de oynamayız.”

Tam bu sırada, Muharrem’in arkadaşları olan üç beş çocuk daha bahçeye girdiler. Hepsi ateş parçası. Deli danalar gibi, bahçeyi bir uçtan diğerine arşınladılar.

Bekir Ağa kızdı, parladı.

- “Gidinin veletleri! Şimdi ben, size sorarım.”

Büyükçelerinin üzerine gitti, yakalamaya çalıştı. Aklınca onun kulağını çekecek, diğerlerine gözdağı verecekti. Fatih bu! Yakalanır mı? Çocuklar, aralarına Muharrem’i de alarak, aynı hızla bahçeden çıktılar, köprüyü bırakıp dereden geçerek, asfaltı aşıp, karşıdaki okulun avlusuna girdiler. Teneffüse çıkmış olan öğrencilere karıştılar. Anacık babacık, gürültü kıyamet oynadılar.

Tohumlar döşendi, güverler toprağa sıralandı.

Günler, günleri kovaladı. Bir sabah, tarhları dolaşan Bekir Ağa sevindi. Toprak, gerçekten uyanmış, bağrına gömüleni, açığa çıkarmıştı. Üç beş soğan, sarımsak, toprağın kaymağını delmiş, güneş ışıklarını emmeye başlamışlardı. Bekir Ağa keyiflendi. Çarşıya çıkmak için hazırlandı. Köprüyü geçiyordu. Duyduğu seslere kulak kabarttı. Besbelli Muharrem’ler dereye inmişler; yine suya girmişlerdi. Bekledi.  Gizlenme duygusu gelişmemiş küçük İsmail, yarı beline kadar ıslanmış, köprünün altından çıktı, göründü. Onu, diğerleri izledi. Kağıttan kayıkların peşine takılmışlar, bağıra çağıra hayâllerinin okyanusuna dalmışlardı. 

Bekir Ağa, sarı bıyıklarını burdu, kıpış gözlerini kıstı. Hiç ses etmedi. Vardı, okul avlusuna girdi. Doğruca idare binasına çıktı. Muharrem’in babası Mehmet Bey’le birlikte geri döndüler. Dere yatağına indiler, çocukları kıskıvrak yakaladılar. Kağıttan kayıklar, kendi başlarına kaldı. Çocuklar, kapana kısmış olmanın, çaresizliğin telâşını yaşamaya başladılar. Kurtuluş için, tutunacak dal aradılar. Bulamadılar.  Çaresiz, teslim oldular.

İlk tokat, Muharrem’in suratında patladı. O, iki gözü, iki çeşme hem ağlıyor, hem bağırıyordu.

- “Müzevirci seni! Sen söyledin, değil mi?”

Atılan tokatlardan nasibini alanlar, tek sıra, paçalarından sular aka aka, evlerinin yolunu tuttular. Analarının sıcak kucağına atıldılar. Az sonra değişmiş, her şeyi unutmuş bir halde, yeniden caddeye çıktılar. Bekir Ağa’yı aradılar, bulamadılar.

Fatih, çocukları başına topladı.

- “Muharrem,” dedi, “kamyonun duruyor mu?”

- “Duruyor!”

- “Hadi getir de, oynayalım.”

- “Olur!”

Muharrem bir koşuda denileni yaptı, kamyonunu aldı, geldi. İsmail de küreklerini, çapasını, kazmasını getirdi.

Orkun:

- “Pazarcılık oynayalım,” dedi.

- “Ne satacağız?”

- “Çaydan kum çekelim.”

- “Olmaz!”

- “Neden?”

- “Babam kızıyor. Hem de fena dövüyor.”

Fatih’in küçük kardeşi atıldı.

- “Sebze satalım.”

- “Nerden bulacağız?”

- “Bekir Ağa’nın var ya! Oradan alırız!”

- “Vermez.”

- “Görmeden yolarız.”

- “Tamam!”

- “Haydi!”

- “Aman görmesinler!”

- “Yavaş olalım!”

- “Fakat birimiz gözcü olsun.”

- “Ben olurum.”

- “Olur!”

Gözcü hariç, bütün çocuklar, usul usul, gizlene saklana, Bekir Ağa’nın bahçesine doldular. Soğanın, sarımsağın yeşiline yasıldılar. Yolup yığdılar, kamyonun yükünü denk ettiler. Sıra, mallarına Pazar bulmaya geldi. Törenle bahçeden çıktılar, Fatih’lerin avluya girdiler. İkinci kata çıkan açık merdiveni, üçer beşer geçtiler.

İlkin, kurdun ulumasına pek anlam veremeyen Bekir Ağa, ulumaların ardı kesilmeyince, dışarı çıktı. Baktı, çocuklardan birinin gocuğu bahçede duruyor. İrkildi, ikircik-lendi. Sağa sola baktı, bir şey göremedi. Gocuğu aldı, yan tarafa geçti. Seslendi:

- “Komşu hu!”

Evde kimse yoktu. Çocuklar korktu. Küçük İsmail, herkesten önce dışarı çıktı. Amacı, olanı biteni Bekir Ağa’ya anlatmak, girdikleri bu açmazdan yakasını kurtarmaktı. Gocuğu görünce, ilk düşüncesinden vazgeçti. Yarım yamalak:

- “Fatih’in o!” dedi, “nerden buldun?”

- “Bahçeden!”

- “Biz oraya girmedik ki.”

- “Rüzgâr uçurmuştur.”

Konuşmanın ortasında İzzet Bey çıkageldi.

- “Ne var, komşu?” dedi. “Bizimkilere seslendiğini duydum.”

- “Gocuk buldum da.”

- “Bakayım hele.”

- “İşte!”

- “Bizim Kurtuluş’un olacak…”

Derken, tökezlendi. Ayağına takılan kamyonu gördü. Öfkelendi. Yaklaşan tatsızlıktan korktu. Yüklenmiş olan kamyon, şoförlerini bekliyordu. Bekir Ağa, az kaldı küçük dilini yutacaktı. Yükünü sarıp sarmalamış kamyonu o da görmüştü. Gocuğu fırlatıp attı. Dövündü:

- “Vay geldi, başımıza!” dedi.

Koştu, tarhlara gitti. Hemen her şey yolunmuş, bahçe ansızın gelen sonbahara yakalanmıştı. Çocuklar yeşilin elifini almışlar, dallarını kurutmuşlardı. Kan beynine sıçradı, burnundan öfke damladı. Aniden, takınacağı tavrı hesapladı. Bağırıp çağırsa, ne yazar? Canım yeşili diriltmek mümkün mü? Adım seslerine döndü. İzzet Bey’le burun buruna geldi. Arkadan, Mehmet Bey ve arkadaşlarından bazıları da sökün ettiler.

Mehmet Bey sordu:

- “Bu ne hal, komşu?”;

- “Ne olacak? Boşboğazlığımızın ceremesi olmalı.”

- “Bizimkilerin işi değil mi?”;

- “Gocuklarını şurda buldum.”

İzzet Bey, atıldı.

- “O da bir şey mi? Bizim orda kamyon yüklenmiş bekliyor.”

- “Hem de ne kamyon!”

Döndüler, yan tarafa geçtiler. Kurt, kalabalığın arkasından havladı. Çocuklar kapıyı sürgüledi. İzzet Bey, olanca gücüyle yüklendi, açılmadı. İçerde bağırıp çağırmalar, ağlayıp sızlamalar…

Bir vakit sonra kapı açıldı. Önde Fatih, bütün çocuklar saygılı, dışarı çıktılar.

İzzet Bey sordu.

- “Ne oluyor çocuklar?”

- “Hiç! Yemek yedik de…”

- “Peki kamyon?”

- “İstanbul’a mal sardık. Şimdi götüreceğiz.”

Bekir Ağa, çocukların önüne geçti. Onları, babalarına karşı korudu. Çocuklar, Bekir Ağa’nın arkası sıra, sağa sola kaçıştılar.

- “Benim hatırım için, çocukları bu defa bağışlayın.”

- “Peki, ya zararın?”

- “Zarara bakan kim? Yalnız üç kuruşluk keyfimden oldum.”

- “Ne keyfi?”

- “Yoğurtla sarımsak yiyecektim! İştahımız az gecikti. Bereket kamyona yetişebildik. Malları ben alayım. Yolucu parası vermemiş olurum. Olur mu?”