SON SÖZ (3)

 

 

* Önceki sayıdan devam

Yıllar bir su gibi akıp gitmişti. Bir an için irkildi yüreği. Dalıp gitmişti pencerenin önünde eskilere. Biraz sonra çocuklar uyanacak, Salim, gelin işe gidecekti. Onlara kahvaltı  hazırlamak gerekiyordu. Bu gün gecikmişti kahvaltı hazırlığı. Şimdi Salim kalkınca ağzına geleni söyleyecekti.

Zaten son günlerde ağzı da çok bozulmuştu. Anne falan dinlemeden hemen küfürleri sıralıyordu. Akşamdan kalma uyanmış, gözlerinin altı yumruk gibi olmuş, ağzının alkol kokusu hala duruyordu Salim'in.

-Anne, kahvaltı yok mu bu evde bugün?  Ne yapıyorsun sabahın köründen beri be. Aç aç işe mi gideceğiz, Ko…mun evinde… Kalk kız sende. İnek gibi yatıp duruyorsun. Koca karıya kalırsak yandık biz, kalk.

Gözlerinden bir damla yaş düştü Kerime’nin. Oğlu kocakarı demişti, çok dokundu. Çemberinin ucu ile yaşını sildi Salim görmeden. Ama gürültü ile uyanan torunu Yahya’nın gözünden kaçmamıştı bu yaşlar.

- Çok doğru insanmış bu Hacı İsmail babaanne, çookk. Allah rahmet eylesin. Yattığı yer Cennet olsun. Olacakları ne güzel sana söylemiş zamanında da, sen anlamamışsın. Anlamamışsın sen anne. Bak başına neler geliyor. Ben kötürümüm, babam ayyaş. Allah büyük babaanne, Allah büyük.

Yahya, Salim’in büyük oğluydu. Doğum sırasında oksijensiz kaldığı için özürlü kalmıştı. Özrü, yürümesinde zorluk çekmesi, bir de gözlerinde kayma olmasıydı. Aklı yerindeydi maşallah. Yaşı küçük olmasına rağmen  dedesi İsmail onu öyle bir yetiştirmişti ki, büyük adamlar bile onun gibi düşünüp, konuşamazdı. Zaten ismini de Hacdan dönüşünde dedesi koymuştu.

Nerden duymuş olur ki bu söylediklerini. Yoksa rahmetliden mi duydu diye düşündü.

- Evet evet, rahmetli söylemiştir. Yoksa ufacık çocuk ne bilsin bunları.

Döndü, yaşlı gözlerle Yahya’ya baktı. Pişmanlığı içinin yanmasına engel olamıyordu ama, iş işten geçmişti.

Bir Yahya’ya baktı, bir de sofraya oturmaya çalışan Salim’e.

Saçlarında siyah kalmamış Salim, saçları neredeyse ağarmaya başlamış Yahya.

Biri on altı yaşında, çocukluktan yeni çıkacak delikanlı, diğer daha hayatının baharında olan kırk yaşındaki ihtiyar.

Başından düşmeye ramak kalmış yemenisini düzeltti, evin ısısı ile buharlaşan cama baktı. Gözleri artık iyice seçmiyor muydu ne. Camda İsmail vardı. Gülümsüyordu, kendisine acıyarak bakıyordu. Bakıyordu da, gözlerinden akan damlacıklar buhar akması olamazdı. Aman yarabbi, birde konuşuyordu;

- Ya hanım, demedim mi sana, seninde çocukların var, yapma, Allah büyük.

- Hayır hayır olamaz. Hayalden başka bir şey olamaz!

Camı elinin içi ile sildi.

Bakkal açılmış, sabah alış verişini yapanlar  sokağı canlandırmıştı. Bahçe duvarının önünde  duran kalabalığın kendisine el salladığını gördü. Gözlerine inanamıyordu.


-Aman yarabbi… Olamaz böyle bir şey. Allah’ın affet beni. Ne olur affet Allah’ım. Ne günahlarını almışım bu garibanların. Şunlara bak, yarabbi. Bu eziyetleri bana verdiğin için şükürler olsun.

Başından dökülen kar taneleri gibi saç telleri evin evin içine kadar uzanmıştı. İsmail’i kaybettiğinin beşinci yılında, lime lime etmişti yaşamını. Artık göz pınarları da kurumuş ağlayamıyordu. Bahçe kapısından kendisine el sallayan üvey torunlarına bağırmak istedi. Kelimeler boğazında düğümlendi.

Titreyen sesi fazlada çıkmıyordu, ama gücü çıktığı kadar bağırdı,

- Allah’ım  affet beni..!