OYHAN HASAN BILDIRKİ

OYHAN HASAN BILDIRKİ

Seni Asla Unutamam (1)

Şafak hemen hemen sökmek üzere... Karanlığın içinde, farlarıyla yolunu aydınlatan küçük bir minibüs ilerliyor, "büyük kent"e Aydın'a doğru yol alıyordu. İçerisinde düşüncelerinin akınında dalgın, sportmen giyimli, geniş omuzlu ve siyah saçlı bir adamla beş kişi daha var.

Genç adamın adı Doğan'dı. Öteki beş kişi de onun ortağı ve yol arkadaşları. Küçük bir çiftliğin sahipleri. Beraber çalışıyor, birbirlerine arka çıkıyorlardı.

Minibüs hırlıyor, sanki tanyerindeki hafif kızıllığa meydan okuyordu.

Adamlardan biri:

- Ağalar, dedi. Bu koker midir, poker midir; bizi batıracak bu sene.

Murat Ağa atıldı, sordu:

- Neden emmioğlu? Ne var ki?

- Bilmem. Okka basmaz diyorlar. Daha şimdiden piyasası da düşükmüş.

Arkada oturanlardan biri daha söze karıştı:

- Öyle ya emmi! İki buçuğa bir okka çekirdeği al, yüz yetmiş beşe pamuğunu sat. Battık gitti vallaha!

Minibüs, yoluna devam ediyordu. Doğan, bu konuşmalara ilgisizdi. Tuttu bir sigara yaktı, içini çekti. Onun derdi başkaydı. Varsın sıfıra kadar insindi servetleri. Hiç umurunda değil. Doğan'ın bu halini anlamakta gecikmeyen Murat Ağa, yekten ona seslendi:

- Senden ne haber Doğan? Batıyoruz, kılın bile kıpırdamıyor. Ne dersin, ne yapalım? Tahsilde bizden öndesin. Az buçuk okumuşluğun var. Bize akıl ver.

Doğan sigarasından son bir nefes daha çekti. Önündeki kül tablasında söndürdü, camı araladı ve izmaritini karanlığa doğru fırlattı.

- Ne diyeyim ağalar? Yazımız bu. Yeme içme, dişinden tırnağından artır, doldurma akıl ipine çare diye tutun ve bir çiftlik al. Sonra da koker ek, bat.

En gençleri konuştu:

- Öyle Doğan! Kadersizmişiz.

Minibüsün sesi yükseldi. Sanki daha hızlıca hırladı. Durdu. Yolcular inmeye, öteye beriye dağılmaya başladı.

Doğan'la Turan, Kâzım Karabekir Caddesi'nden yukarıya doğru gittiler.

Doğan'ın sevgilisi, bu kenteydi.

Turan, onun ağzını aradı, sordu:

- Doğan, çok mu seviyorsun onu?

Doğan, karşılık vermedi. Daha doğrusu bu soruyu yersiz buldu. Bilineni tellala vermek, matah bir şey miydi sanki? Üstelik, Doğan'ın sevgilisinin sokağına gelmişlerdi.

Turan, doğru ne ise onu yaptı.

- Güle güle Doğan. Şansın açık olsun!

- Senin de Turan.

Doğan, bir evin kapısı önünde durdu. Vakti anlamak için, tasarlayıp düşünmeden güneşe baktı.

Kırmızı alev topu, iki mızrak boyu yükselmişti. Sokakta kimsecikler yok. Sokak oldukça sesiz, uykuda ve inadına yaşanası sabah mahmurluğunun keyfinde.

- Melek! Melek!

Kızın ismi Melek'ti. O da Doğan'ı çok seviyordu. Ezelden tanışıktılar ve üstelik aile dostuydular.

Her ikisinin de büyükleri, aralarındaki sevdayı bilmezden geliyorlardı. Belki böyle bir şeyi de önemsemiyorlardı.

Doğan'ın gelişini, aralık bıraktığı yeşil perdeli odasının camından gören Melek, kapıya koştu. Heyecanlanmıştı. Bilmezden gelip sordu:

- Doğan, sen misin? İçeri geçsene.

Doğan, elindeki kırmızı karanfilleri kıza uzattı. İçinden hemen ona sarılmak, her şeyi oracıkta olduğu gibi açığa vurmak geçiyordu.

Melek, evde yalnızdı. Ailesi, İzmir'e gitmişti.

İçeri girdiler. Melek, dağınık yatağını düzeltti. Beklemedi Doğan'ın altına minder verdi.

Neler geçiyordu içinden kim bilir?

Bakıştılar... Göz göze geldiler bir zaman. İkisi de birbirlerinin gözlerine tutsaktı. Gözbebeklerine on milyonlarca hayâllerini sığdırmışlardı. Gelecek günlerini, alınyazımız dedikleri kaderlerini.

- Melek, dedi Doğan. Bugün seni daha güzel buldum. Özlemden midir, nedir?

Melek gülümsedi, utandı. Nasıl olduysa oldu, birden kendini Doğan'ın kollarına bırakıverdi. Sevginin kor ateşleriyle tutuştular.

- Doğan, dünür gönderip istetsene beni. Sensiz edemiyorum, biliyorsun. Üstelik korkuyorum da...

Doğan, Melek'in bahar kokulu saçlarını okşadı. Başını bağrına bastı. Aslında o da korkuyordu. Kaynağı nedir bilmese de, içinde bir his vardı apacı. Kalbine doğanlar, diline döküldü.

- Hele biraz daha sabırlı ol bir tanem, pamuk bozumu bir gelsin.

Doğan, sustu. İki genç kız yanaştı pencereye. Gölge gibi yapıştılar. Melek oralı bile olmadı, istifini bozmadı. Varsın görsünlerdi. Varsın bilsinlerdi. Ne çıkar bundan? Doğan'ı da seviyordu. Bunu da hiç kimseden saklamayacaktı artık.

Kızlar bir Doğan'a, bir Melek'e baktılar şaşırmış gibi. Belki de mutluluklarını kıskandılar. İki kız baş başa verdiler, iyice cama yapıştılar.

Kızlardan çukur yanaklı, esmeri Gülçin, gördüğü tehlikeyi dillendirdi:

- Annen geliyor Melek, dedi.

Doğan'la Melek derhal süt dökmüş kediler gibi birer köşeye oturdular, kızlarla görüşüyorlarmış gibi davrandılar.

Melek'in annesi Suzan Hanım, çok iyi bir kadındı.

- Kızlar, içeri geçsenize, diye seslendi.

Kızlarla birlikte, içeri girdi. Melek kapıya koştu, annesini karşıladı.

- Babam nerde anne?

- Dökümhaneye gitmiştir kızım.

Babası demirciydi Melek'in. Kendi dökümhanesinde işinden başka bir şey düşünmüyor. Kızların ağız boşluğu yapıp araya girmesiyle konu hafiften hafiften açıldı. Kuşluk kahvesini komşusunda içmeye gelen Sevim Hanım da çıktı geldi. Annesi, verimkârdı kızını. Gel gelelim babası. Gönül rızasıyla vermezdi kızını Doğan'a. Boşuna okutmamıştı Melek'i. Gözü ilerdeydi onun. Belki de zenginlerde.

Sevim Hanım;

- Doğan, dedi. Var git kendi yoluna. Melek'i hiç tanımamış ol. Üstelik aynı boydan da değilmişsiniz. Babasını bilirsin. Vermez onu sana.

Doğan'ın bağrında binlerce hançer; biri iniyor, öteki çıkıyor. Yüzlerce yanardağın sıcaklığı yürüyor damarlarında. Sendeledi, yıkılacak gibi oldu. Bunalmıştı. Hemen her gece birer birer gecenin sayısız yıldızına işlediği ümitleri söndü. Duygularını tutamadı, yatağına sığmaz deli çaylar gibi taştı:

- Boymuş, soymuş... Benim neyim eksik ki? Ona bakacak olan ben değil miydim? Söyler misin Sevim teyze, ben değil miyim?

- Sana güvenim var oğlum. Fakat çaresiz elden ne gelir, bana söyler misin Doğan? Babası senin için söyleyin Doğan'a, kızımın önüne çıkmasın. Töremiz ne ise gereğini işlerim ben. Kızımı Doğan'a asla vermem. Uygun bir dille bunu ona anlatın demiş.

Doğan sağlı sollu bütün yönlerden esen rüzgârın önünde ezilmiş yaprağa dönmüş bir halde gözyaşı dökmeyi unutmuş donuk gözlerle Melek'e baktı ve sordu:

- Öyle mi?

- ?

Melek, soruyu karşılamadı. Olanca gücüyle hıçkırıklarını bırakıverdi. Doğan'ın dizlerine kapandı.

Muhteşem bir rüyâ görmüşlerdi demek.

Sihirli rüyâ perdesi kapanmış, her şeyin sonu gelmişti.

     Sondu artık.

     Sondu.

     Doğan, bitkin bir durumda doğruldu. Elbiselerini derleyip toparladı, kırmızı karanfilleri de bırakmadı, valizine koydu. Kalktı, kapıya çıktı. Erkekliğin verdiği gururdan mıdır nedir, göz pınarlarından sicim sicim dökülecek olanı, yüreğine gömdü.

     - Elveda Melek, dedi, elveda! Seni asla unutamam. Bunu da kalbinin bir köşesine yaz.

     Birden bire sokakta kayboldu, gitti.

     Melek, yeşil perde çekili pencere aralığından haykırdı:

     - Doğan! Doğan!

     Doğan gitmişti. Ne Melek'in haykırışını duydu, ne de gözyaşlarını gördü.

     Yalnız bu çok sevdiği sokakta bir şarkı dokunuyordu mısra mısra:

     - Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak!

     Hiçbir şeyi, hiçbir sözü kulakları duymuyordu Doğan'ın. Bir uğultu çağlayanı kulaklarını tutsak etmişti.

     Deli gibi yürüdü, köprüyü geçti.

     Bir ara, bir sarı taksinin acı fren sesleri duldu. Caddedeki insanlar o yana koştu. Bir genç, üstelik gepegenç bir delikanlı, sarı taksinin altında kalmıştı. Doğan.

     Tesadüf bu ya Turan ve Demirci de orada bulunuyorlardı.

     - Doğan, diye haykırdı Turan. Böyle bir şeyi bekliyordum deli oğlan, biliyordum böyle yapacağını.

     Hiç beklemedi. Kardeşini kolları arasına aldı. Elinde yüzünde kan izleri vardı. Sanki nefes almıyordu. Sanki Melek'ten vazgeçmiş, dünyasından da habersizdi.

     Arkadan gelen başka bir sarı taksiyle hastaneye gittiler.

     Demirci, yaralı gencin Doğan olduğunu anlamış, olayı da görmüştü.

     - Böylesi iyi oldu, dedi. Uzun zaman kendine gelemez. Kızı bir başkasıyla baş göz ederim, fırsat bu fırsat diye.

     Olaya karışan sarı taksinin şoförü polisi aradı, haber verdi.

     Çok sonra Turan, akıl yitimine uğramış Doğan'ı aldı köyüne götürdü.

     Doğan'da film kopmuş, geçen hayatına dair hiçbir iz kalmamıştı aklında.

     Sadece kökü toprakta bir ağaç gibi ayakta ölüp gitmişti.

     Kader, geride kalanların başına gelenleri de gösterdi aynasında birer birer.

     Beş adam sessizce oturuyordu Ali Baba Kahvesi'nin önünde. Ruh gibiydiler. Dalgın gözlerle geçmiş günlerini arıyorlardı sanki. Keyifsiz, çaylarını yudumluyorlar. Tükenmiştiler. Turan çay bardağında kalan son yudumu da içti. Bir daha dudaklarına götürdü bardağı, çay bitmişti.

     - Zavallı, dedi Turan. Melek de çekip gitmiş.

     Murat Ağa, ilk defa başını kaldırdı, sordu?

     - Ne dedin sen Turan Ağa? Nasıl çekip gitmiş?

     - Babası kızını bir başkasına vermiş. Kız ağlamış, ayak diremiş. "Ne olur babacığım! Acı bir darbeyle sarsıldığım an, bırakın evlenmeyi, mutlu olacağımı sanıyorsanız, aldanıyorsunuz." demiş. Sözünü kimselere dinletememiş. Düğün gecesi fırsat kollamış, zorla evlendirildiği kocasını bırakıp duvağıyla Doğan'ın yoluna düşmüş.

     - Eee! Sonra ne olmuş Turan?

     - Köşe bucak aramış, bulamamış. O gün bu gündür, gurbetin kahrını çekiyormuş. Ötesi mi? Bilemem!

     Tam bu sırada Kahya Sarı Ağa da kahveye girdi, etrafına bakındı. Beşlilerin olduğu masaya yürüdü.

     - Ağalar, dedi. Haciz memurları geldi, sizi beklerler.

     Kalktılar, gittiler.

     Gerçekten öyle oldu. Tutanaklar tutuldu, yeni senetler imzalandı, devirler yapıldı. Koker pamuğu batırdı hepsini. O sene pamuklarını yüz yetmiş beşe değil, doksana bile satamadılar.

     Hacizcileri uğurladılar. Sabah haberlerinde bu memurları taşıyan minibüsün Tekin köyünden geçerken kale duvarlarına tosladığını da ertesi gün dinlediler.

     Ağlamakla gülmek arası bir havada yeniden kahveye döndüler.

     O da ne?

     Doğan, yanında yardımcısı falan olmadan tek başına kahveye geliyordu.

     Üstelik, arkadaşlarını da tanımış gibiydi. Uzaktan gülümsüyordu.

     Siyah beyaz televizyonda sanat müziği programı vardı.

     Zeki Müren en güzel şarkılarından birini söylüyordu.

     - Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak!

     Doğan'ın gözlerinde iki damla yaş, dudaklarından da aynı şarkı dökülüyordu:

     - Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak!

     Sonra gelin gibi süslenmiş bir sarı taksi, tozu dumana katarak geldi, kahvenin önünde durdu.

     Saçlarına aklar düşmüş Melek, indi.

     Doğan, canlandı, kendine geldi. Beklemedi, koştu.

     - Biliyordum, dedi. Biliyordum, Kafdağı'nın ardından çıkıp çekip geleceğini.

     Kucaklaştılar.

     Kahvede şenlik başladı. Akşam alacasıyla birlikte dağların doruklarında yükselen dolunayın yüzünde gülücükler! Raks eden yıldızlar, yıldızlar.

     Yıldızlar!

Önceki ve Sonraki Yazılar