OYHAN HASAN BILDIRKİ

OYHAN HASAN BILDIRKİ

BİR GECENİN SONUNDA

 

- Anlamıştım, dedi. Fakat…

Sözün gerisini getirmeden çıktı. Heyecandan, kalbi küt küt atıyordu. Zarfın üzerindeki yazı, tanıdık, o her zamanki yazı değildi. Değişmişti. Kör kör yanan bir ışığın altında, elleri titreye titreye, zarfı açtı. Okumaya başladı. Okudukça, yandı yandı.

Tel örgülerin dışından, vızır vızır arabalar geçiyordu. Veli, ayın halesine baktı. Ne kadar saf, temizdi. Turuncu hale, mavimsi ışıklar saçıyor, oynayışlar, kımıldanışlarla gecenin sonsuzluğuna karışıyordu. Arabalar kâh gurbet taşıyor, kâh gurbete doğru yol alıyordu. Nöbet yerinde Veli’nin ayak sesleri: “Rap, rap!”

Veli yürüdükçe, düşündü. Düşündükçe, duygularının seline kaptırdı kendisini. Karar verecek gibi oluyor, hemen vazgeçiyordu. Ölçtü, biçti, gördü.

- Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal! dedi kendi kendine.

Dilinin ucundan, ansızın dökülüveren bu sözlerinden utandı. Ötesine, berisine baktı. Bir duyan, işiten var mı diye.

Az sonra, yeniden kurmaya başladı. Duygularının çağıl çağıl çağladığını gördü. Boşa koydu, dolmadı. Doluya koydu, almadı. Ağır geçen zamandan bıkıp usandı. Saatine baktı. Nöbet zamanı doluyordu. Beynindeki bütün kurtlar uyandı. Beyninin en ucunda bir yerde, bir ışık çakıp söndü. Kararını vermişti. Tüfeğini, nöbetçi kulübesine bıraktı. Tel örgüye doğru yürüdü.

Yürüdükçe düşündü:

- Demek, bir tanemi, karımı kirletmişler, ha? dedi. Çocuğum da düşmüş. Ne kötü?

Omuzlarında bir ağırlık, alnında vıcık vıcık terler… Ay, sanki yere doğru eğilmiş, birilerini yakalamak ister gibiydi. Hafif rüzgâr çıkmış, yüreği köz köz yanan Veli’yi, biraz olsun rahatlatmıştı. Fakat bu geçici rahatlık, nice zorluklara gebeydi. Veli, duygularının selinin akınınca gidiyordu. Tel örgüden atladı. ‹lk gelen arabayı, durdurdu. Soluk soluğa bindi. Geçti, gitti. Bir uzun yolun keskin dönemeçleri arasında kayboldu.

Güm güm dövülen kapının arkasındaki yaşlıca bir kadın sesi;

- Gecenin bu saatinde, acaba kim ola, bu deli? diyor, telâşla kısık lâmba ışığını açmaya uğraşıyordu.

Veli, gıcırdayarak açılan kapıdan içeri daldı. Az kaldı, ihtiyar ana, elindeki lâmbayı düşürecekti. Karşısında, vakitsiz gelen oğlunu görüverince, besbelli şaşırmış, pirelenmişti.

- Veli’m, aslanım, hayrola? dedi.

- Hayır, be ana. Yalnız korkmuş, ürkmüş gibisin. Beni gördüğüne sevinmedin mi?

- Sevinmez olur muyum? Fakat böyle apansız gelişin, nice yıllık hasret? fiaşırdım oğul! Bak, hâlâ seni ayakta bekletiyorum. Geç hele, şöyle buyur! ‹htiyarlık mı desem, kocalık mı desem… Ne desem, bilmem! Ara sıra elim ayağıma dolaşıveriyor.

Veli, çöktüğü yer minderinden, konuşan, fakat bir türlü asıl konuya giremeyen anasını dinliyordu. Dışarda köpek ulumaları, gecenin koyu sessizliğini yırtar gibiydi. Oda sessiz, ıssızlaşmıştı. Fadime, ortalıkta görünmüyordu. Bu odada, onunla az mı konuşmuşlar, pembe hayâller kurmuşlardı? Çocukları, kendileri gibi kara yazılı olmayacaktı. Onları okutacaklar, her zorluğa katlanacak, gerekirse ayaklarının altına yol olup serileceklerdi. Ama şimdi?

Ya şimdi?

fiimdi, odada derin bir sessizlik var. Köpek ulumaları da duyulmaz oldu. Besbelli sabaha oluyor. ‹şte uzaklardan, çok uzaklardan, şöyle böyle duyulan bir horoz sesi. Konu-komşu pencerelerinde netleşiveren ışıklar. Ortalığa düşen insan, hayvan sesleri.

‹htiyar ana, derin bir “oh” çektikten sonra;

- Ya, işte böyle oğul! dedi. Artık, gerisini sen bilirsin. El içine çıkamaz oldum ben. Seninkileri en son, ‹zmir yanında görmüşler.

Veli, kalktı, sivillerini giyindi. Sandık odasına geçti. Bir zaman orada eğlendi. Güneş, kızıl ışıklarını ufka yeni yeni salarken, anasından helâllik diledi, varıp çıktı.

‹htiyar ana, gözlerinde iki damla yaş, açık kapıyı kapattı, içeriye, günlük dertleriyle uğraşmaya çekildi.

Köyodası’nın önünde, bir tesbih ağacının yer yer gün ışığıyla delinen gölgesinin altında oturan ihtiyarlardan biri;

- Baksana, dedi muhtara. Kasım Ağa fena vurulmuş. Yatıyormuş.

Bir başkası;

- Veli yapmıştır, diyorlar. Sözüm ona, görenler varmış.

- Günahını almayalım garibin, dedi muhtar.

‹çenlere, birer sigara dağıttı. Sustular.

‹leriden, köy girişinde, tozu dumana katarak gelen jandarma jeep’ini gördüler. Muhtar doğruldu, odayı açtı. Döndü. Gelenleri karşıladı. Kasaba doktorunu görünce, sitem etmeden yapamadı.

- Başka türlü geleceğiniz yoktu, değil mi beyim? dedi.

Kasaba doktoru öksürüp, aksırdı. Muhtarı duymazdan geldi. Başçavuş;

- Dur hele, muhtar! dedi. Vukuata bakalım. Sonra doktor beye çıkışırsın.

Muhtar, köy bekçisi ve kasabadan gelenler, birkaç yaşlı, Kasım Ağa’nın evine gittiler. Sorup dinlediler. Yazıp çizdiler.

Kasım Ağa;

- Kendisini göremedim. Lâkin sesi, Fadime’nin Veli’sinin sesine benziyordu. O olabilir, dedi.

Başçavuş, muhtardan Veli’nin künyesini aldı. Kasabaya dönerken sıkı sıkı tembihledi.

- Çevreye göz kulak ol, muhtar!

Öğleye yakın Kasım Ağa, ağırlaştı. Gelip gideni tanıyamaz oldu. Akşama doğru köy camisinin minaresine yeni takılan hoparlörden, bir selâ sesi duyuldu. ‹ş çabuk anlaşılmış, * Devam edecek

Önceki ve Sonraki Yazılar