BİREYİN ÖNÜNE KONAN BİREYCİLİK TUZAĞI...

 

 

Teknenin yelkenini ne kadar açarsanız, rüzgâr içine o kadar dolar…

Yelkenin içine dolan rüzgâr da tekneyi o kadar fazla iter, o kadar hızlı iter…

Tıpkı bunun gibi: Soluğumuz çizer kaderimizi, çoğulculuğumuz renklendirir…

Ama bir de yapayalnız kalmak var yaşanan çevrenin içinde, toplumun orta yerinde.

Evet, kişinin kendi iradesi ile sınırlarını çizdiği, seçilmiş bir yalnızlık değil sözünü ettiğimiz.

Kalabalığın göbeğinde, ilgisiz/ilintisiz bir kenara itilip, oracıkta kalmak, sessiz, sinmiş, etkisiz ve yapayalnız... Sonra da ürkmek!

Yalnız olmaktan değil… Yalnızlığın bir kara bulut ve dönüşümsüz bir kader olarak üzerine çöktüğünü fark edip, sırtını bile dönememek O’na... Öylesine halsiz ve isteksiz bir katlanışın gölgesinde salınıp/durmak, devinip/durmak…

Toplumun kültürel reflekslerine karşı sağır bir köşede pinekleyip/kalmak.

Hep durmak/pek durmak/sadece durmak ve sonra da;

“Bağır, bağır... Duyamıyorum!

Eritilmiş kurşunu dahi... Taşıyamıyorum,” diye sızlanan bir bırakılmışlığın içine yuvarlanmak...

İşte Türk edebiyatında “birey”in derinliği olarak sunulan sahtelik budur...

Bu tür sızlanmaların gölgesinde edebiyat yolu ile avlanmak istenen genç dimağlara yöneltilmiş kültürel saldırı budur. Bu saldırının yerleştirmeye çalıştığı tuzaklar bunlardır. 

Gelişerek derileşecek ve böylelikle de yeni filizlere kök oluşturacak kültürel zenginliklerimizin genç kuşaklara ulaşmasını engellemek amacıyla inşa edilen engeller bunlardır.

Oysa toplumcu bir insanın, bireyci olması kaçınılmazdır.

Bireyin gelişmesi, toplumun yükselmesinin ön şartıdır.

Toplumun güçlü olması, bireyin korunmasının garantisidir.

Toplumculuk, bireyin mutluluğu, özgürleşmesi ve kendi kişiliğini geliştirmesinin koşullarının yaratılması mücadelesine verilen isimdir.

Toplumculukla bireyciliği karşı karşıya koyanlar, bu çok önemli gerçeği, halkın bilincinden kaçırılması yönünde sahneye konan mücadelesinin mücahitleridir.

İnsan hiçbir zaman aynı düzeyde ve aynı çizgide duramaz, pinekleyemez...

Ya gelişir... Ya da geriler!

Bir insanın gerek kültürel, gerek ruhsal ve gerekse düşünsel alanda aynı yerde durabilmesi, aynı hattı koruyabilmesi mümkün değildir.

Kültür de böyledir.

Ya gelişir; ya da hakkın rahmetine kavuşur... Ve netice olarak, defnedilir!

Kültür yerine sayamaz.

Bizler de, [her birimiz teker teker] bu yerinde duramayan devingen-haylazın peşinden seğirtip, topraklarımız üzerinde yeşeren, bize özgü olduğu kadar evrensel olana da sonuna kadar açık olan ve yoğun ve nitelikli bir emekle seyrelterek damıtacağımız “kendi” kültürümüzün kök ve kökenlerine doğru ağır işçilik gerektiren bir yolculuğa çıkmak zorundayız...

İşte bu zorunluluğu yaşamımızın gündeminin hatırı sayılır bir köşesine oturtma sorumluluğu, karşı karşıya olduğumuz bir hesaplaşma meselesidir. Ve bu iş, kolayca görüleceği üzere, tam anlamı ile bir birey sorunudur.

Toplumsal sorumluluklarını yüklenme yeteneğini yaşamın içine süzen bir hesaplaşma bizim birer birey olarak oluşturacağımız en yüksek değerdir.

Bu değer ise, benzeri diğer değer ölçütler gibi kökünü topluma salmış bir yapılanmadır.

Ünlü filozof Descardes bu noktadaki düşüncesi ile Aydınlanma Devrimi’nin ilk ışıklarını yansıtmıştır Dünyamıza:

- Değerlerimizin temelinde toplumsal kabul edişler vardır. Onlar, sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu kıldığı toplumsal mutabakatlar biçiminde ortaya çıkarlar... Ancak birey, gözünü açtığı dünya ve onun koşullarında, kendisine bir ön-kabul olarak sunulan tüm değerleri, tüm ön-yargıları yeni baştan ele almak, onlarla tek tek hesaplaşmak, aklın süzgecinden geçirmek; toplumsal mutabakatların tümünü ve her nevi inancı “kendi” süzgecinde yeniden gözden geçirmek, süzmek ve kendisine ait kılmak zorundadır.

Peki, insan bütün sayılanları yapmazsa ne olur?..

Hiçbir şey olmaz...

Ve hiçbir şey olamaz o insan.

İşte bütün mesele de, sadece bu kadar!

Önceki ve Sonraki Yazılar