BİZİM ÇOCUKLARDA BAŞARIR (1)

 

 

Yıl 1968.

Ülke iki ayrışımın kucağında.

Meydanlarda binlerce sayılan üniversite gençliğinin bir kısmı sol kolunu kaldırmış “Bağımsız Türkiye” sloganı atıyor.

Gençliğin bir kısmi sağ kolunu kaldırmış “Kahrolsun Komünistler” “Komünistler Moskova’ya” diye bağırıyor.

Her gün mahallelerde kurtarılma kavgaları türetiliyor. Mahalle gençliği birbirine giriyor.

Ellerinde silah bulunan gencecik fidanlar  bankalar soyuyor, şehirleri terk edep dağlara çıkıyor, “Bağımsız Türkiye” şarkıları okuyorlar oralarda.

Ayrı gruplar Bolu dağlarını iskân eylemiş, silahlı ordular yaratma peşinde.

Gençlikte bu hareketlilik yaşanırken ekonomi ayarını bozmuş, bakkalların (O zaman Tansaş’lar, Migros’lar yoktu) önünde uzun ekmek, sana yağı, tüp kuyrukları oluşuyor.

Yukarıda ellerini ovuşturarak sırıtan, başındaki fotör şapkaları ile şarkı söyleyenler ağızlarından akan kanın damlalarını ellerinin tersi ile silerken, sırtları ağababaları tarafından sıvazlanıyor. Belki kendilerine “Hadi gayret, az kaldı” telkinlerinde bulunuluyordu.

Yıl 1979.

Ortalık tam bir toz duman.

Partiler bir birine girmiş, kurulamayan hükümetler, seçilemeyen Cumhurbaşkanları.

Ekonomi battıkça batıyor. İçinden çıkılmayan hal alıyor.

Ağababalar ağızlarından akıttıkları salyalarla boğuyor baş kaldıranları.

Yıl 12 Eylül 1980.

Yıldırım gibi iniliyor yurdun üstüne.

Sokaklar askerlerle dolu.

Suların başında asteğmeninden tutunda, albayına kadar rütbelilerle yönetiliyoruz.

Vatandaş bir oh çekiyor.

Sokaklarda kan durmuş, ama ekonomide akan kan ırmak oluşturmuş, kimsenin haberi yok.

Öbür dünyadan haberler geliyor. Uzak dünya insanları bir birlerinin ellerine vurarak zafer işareti yapıyorlar. Bu sevinmenin nedenini soranlara da “Bizimkiler Başardı”  onun için seviniyoruz deniyor.

Uzak dünyadan başarı telgraşarı çekiliyor. İdare-i Maslahat’ın başında bulunanlara.

Kurulan geçici hükümete sivillerden de bakan alınıyor. Kararlar Üst Kurul denilen yerlerde alınarak uygulamaya sokuluyor. Tabi ki Uzak Ağababaları gölgeleri altında.

Şimdi sıra Bağımsız Türkiye diye bağıran, Askere, polise karşı çıkarak, silahlı mücadelelere katılarak Bağımsız Türkiye mesajını sağ kolu ile vermek isteyenlere yönelik operasyonlar olanca hızı ile sürüyor. Hapishaneler dolup taşıyor.

Artık meydanlar Ne amerikancı, ne de Rusyacı gençliğe kalmıştır. Sokaklar artık 1960 yılından beri hayat idamelerini ev hücrelerinde sürdüren yeşil temsilcilerine kalmıştır.

Dolayısı ile artık memleket üst kurulun aldığı karar doğrultusunda yeşillenmeye başlamıştır.

İşte tam bu esnada Almanya’nın Köln Şehrinde adına Türk İslam Federasyonu denilen bir Türk kuruluşundan davet aldık. Yıl 1989.

Adının Türk İslam Federasyonu olduğu için ilgimizi çektiğinden oniki arkadaşla bu davete katıldık.

Federasyonun başında 12 Eylül sonucunda Türkiye’yi terk eden iki kişinin bulunduğunu gördük. Dr. Ali Batman ve M.Serdar Çelebi.

Bir günlük toplantının ardından İstanbul Belediye başkanlığı seçimlerde iyi bir kardeşin adaylığını koyacağı ve bu arkadaşın desteklenmesi gerektiği tekrar tekrar konuşuldu.

Türkiye’ye dönecek olanlardan destek yönünden söz istendi. Sözler verildi. Tabi bu söz verenler arasında ben de vardım.

Nitekim 24 Mart 1994 yılında belediye başkanlığı alınmış oldu.

Düşünebiliyor musunuz, tam beş yıl evvelinden hazırlanmıştı bu başkanlık koltuğu.

Bu koltuk hazırlıkları sürerken DP Teşkilatı bir poltika hazırladı. Bu politika Üst kurul tarafından tasvip görerek uygulamaya konuldu. Bu politikanın özü aynen şöyleydi.

“Türkleştirme, dinle başlar; dinle tamamlanır.”

Dolayısı ile artık politikada TÜRLÜK kavrarı raşara kaldırılarak tamamen ümmetçiliğe adımlar atılacaktı. Öyle de oldu.

Çünkü yapılar askeri darbelerde yara almadan kutrular, hatta hiçbir leke bile almadan kurtulan kesin bu kesim olmuştu.

Bu arada halk ekonomik sorunları ile boğuştuğu için, olanlardan hiç mi hiç bihaberdi.

1983 yılında ağababanın tavsiyesi ile parti kurdurulan ve ülkenin başına geçmesine patronlarında razı geldiği bir vatan evladı idareyi ele aldı.

Yapılan yurtdışı ikili görüşmelerin sonucunda ekonomi çarkı düzelmeye başladı. Çünkü kalabalık bir vekil çoğunluğu ile idare ediliyorduk artık. Meclisten çıkacak her karar çoğunluğun kararı olacaktı.

Cuntanın başı en tepeye oturmuş, geleceğine garanti altına almış, enşasyon ise iki haneleri çoktan aşmaya başlamıştı.

Ülke rahatım derken 1991 yılı geldi çattı.

Yıl 1991.

İktidarlarını kaybedenlerin tekrardan iş başına gelme gayretleri.

İktidara gelebilmek için artık yeni yeni senaryolara ihtiyaç vardı.

İşte bu senaryo emeklilik yaşı ile ilgili olmalıydı. Çünkü ekonomide en fazla ses memur ve işçi kesiminden çıkıyordu. Dolayısı ile iktidar hırsı ile bir sonraki yıllara gebe kalacak sorunlara yeni sorunlar eklenmiş oluyordu.

Bununla da bitmiyor. Halk inim inim inliyor.

Yıl 1993’e geldiğinde başa ekonomi proşarının geldiğini görüyoruz. Hazinenin, devletin merkez bankasına olan bütün borçlarının ütüne kalem çekiliyor. Karşı çıkanlar işten el çektiriliyor, Dolayısı ile geçici bir rahatlama sağlanıyor. Sonu afat. 1994 krizi ülkeyi uçurumun başına itiyor. Ülkeden kaçan kaçana. Bankalardan batan batana. Kaçandan da, batandan da kimse hesap soramıyor. Verilen paralara da “ben verdim ne olmuş” denilerek iyi yapıldığı mesajları veriliyor.

Sonunda 1998’e geldiğimizde çuval deliniyor. Bankalar işlerin içinden çıkamaz hale geliyor. Parası olanlar??? Bire 190 civarında faizler alarak, paralarının katmerli yapıyorlar ve ülkede binlerce milyonerler türüyor.

Ekonomi unutularak, kabinelerde yumruklaşmalar başlıyor ve kavgaların ardı arkası kesilmiyor. Artık kavga sokakta değil, koltuklarda oluşmaya başlıyor. Kıyak emeklilikler de cabası. Yine vatandaşı düşünen yok. Yani gemi yan yatmış, batmaya ramak kalmış.

İMF kolları bağlamış, ABD güdümlü küçük fotör şapkalı iş başına getirilmiş. Artık memlekette sağ, sol kavgası kalkmış, yerine Türk-Kürt, alevi Sünni, medya, patron-siyasi kavgası, hatta ve hatta köşeliler ve rütbeliler kavgası başlamış oldu.

Ve sonuç ta 2002 yılı gelindiğinde, işin dozu daha da kaçtı.

Artık memlekette Laik-Dindar, Cumhuriyetci-Ümmetçi çatışması da başlatılmış oldu. Bush’un çocukları başarır da bizim çocuklar başaramaz mı? Devamı Haftaya..

Önceki ve Sonraki Yazılar