CAN KURTARAN YOK MU?

RUMUZ: TUZLAKIRI
Sarı Mustafa uyumuyordu. Karısı ve çocukları uyumuştu. Sırtını, çit evinin duvarına vermiş; kulağı, evinin biraz ilerisindeki ağılda doğum yapacak şişekteydi. Doğum sırasında yavrunun ölmesinden korkuyordu. Doğuma yardım edecekti.
Sarı Mustafa, orta boyluydu, ama vücudundaki oran onu olduğundan daha uzun gösteriyordu. Saçları sarıya kaçıyordu. Bu yüzden ona Sarı Mustafa diyorlardı. Geniş alnının altından inen uzun ve kemikli burnu ona kararlı bir görünüş kazandırıyordu. Sekiz köşe . | li şapkasını başından hiç çıkarmazdı. Güldüğü çok az görülürdü ama yüreğinde sevgi vardı.Sadece çocuklarını severken gülerdi. Ne yapar, ne eder onca sorununun arasında çocuklarını güldürmek için bir şeyler anlatırdı. Konuşurken onu dinlememek olanaksızdı. Kendisini dinletmek için bir çaba göstermez, kimsenin yüzüne bakmazdı. Anlatırken heyecan durakları yaratır, bir süre bekler, sonra anlatımını sürdürürdü. Oysa, anlattıkları askerlik anıları, sivil yaşamından bir kaç hikâye idi.Gece bir hayli ilerlemiş, fakat şişekten bir ses gelmemişti. Düşüncelere daldı: Çocukluğundan başlayarak hayatını gözünün önüne getirdi. Dört yaşında anasını, dokuz yaşında da babasını kaybetmişti. Üç kardeştiler. En büyükleri ablası Arzu, ortanca ise abisi İbrahim'di. Ablası Arzu evlenmişti. Abisi ile birlikte çobanlık yapmışlar, zamanla üç baş inek almışlar ve çoğaltmışlardı. Otuz altı baş inekleri olmuştu. Abisi de evlenmişti. Sarı Mustafa, İkinci Dünya savaşı yıllarında askere gitmiş, otuz altı ay kesintisiz, çok zorlu bir askerlik dönemi geçirmişti. Sonunda askerliği bitmiş ve obasına dönmüştü. Askere giderken bıraktığı otuz altı baş inekten sadece üç baş kaldığını gördü. Abisinin dediğine göre, diğerleri hasta olmuş ve ölmüştü. Bu duruma çok üzülen Sarı Mustafa, “ Bunlar da senin olsun” deyip evden ayrılmıştı. Hiç parası yoktu. Para kazanabilmek için kürk hayvanı avcılığı yapmaya karar vermişti. Kürk hayvanı avcılığı para kazandırıyordu. Tilki, sansar, porsuk avlayacaktı. On adet fak aldı. Fakları değişik bölgelerde, hayvanların geçeceği yerlere akşamdan kuruyor, sabah erkenden yokluyordu. Bu işin en zor tarafı, deriyi yüzmekti. Deriyi yaralamadan ve bütün olarak çıkarması gerekiyordu. Yoksa, tüccar almıyordu. Hayvanı öldürmeden yüzemezdi. Çuvaldızı, hayvanın kulağından beynine sokarak felç ediyor, sonra da zedelemeden yüzüyordu. Bu işi yaparken çok üzülüyordu, ama yapmak zorundaydı. Derileri tüccara iyi bir paraya satıyordu. Bir gün güneş doğmadan fakları yoklamaya gitmişti. Nedense faklar boştu. Sonuncu faka geldiğinde bir sansarın yakalandığını gördü. Sessizce faka yaklaştı. Sansar, bir çocuk gibi Sarı Mustafa’nın gözlerinin içine bakıyordu. Sol ön ayağının tırnağının ucundan yakalanmıştı faka. Kurtulmak için ayağını yemiş, fakat kurtulamamıştı. Sarı Mustafa bu durumdan çok etkilenmişti. Her zaman olduğu gibi çatal sopasıyla hayvanın başından basarak etkisiz hale getirdi ve hayvanı salıverdi. Sansar çok yorgundu.Bir süre fakın başında bekledi. Sarı Mustafa sansara, sansar da Sarı Mustafa'ya bakıyordu. Sansar daha sonra aksak adımlarla ormanın derinliklerine doğru gitti ve gözden kayboldu. Sarı Mustafa hâlâ sansarın arkasından bakıyordu. Bu işi bir daha yapmayacağına kendi kendine söz vermiş, bir daha da yapmamıştı. Hâttâ hiçbir canlıyı öldürmemişti. Öldürürken hayvanların çıkardığı sesler, hâlâ kulaklarındaydı. Bu sesler ruhunun derinliklerinde yaralar açmıştı. Ruhunun bu durumunu dengelemek için canlı öldürmüyor, çocuklarına da canlı öldürmemeleri için uyarılarda bulunuyordu.”Yılan, çıyan, kurt, kuş her canlının yaşamaya hakkı var”diyordu. Fakları; kimsenin göremeyeceği, görseler bile alamayacağı, iki kayanın arasındaki, giderek daralan derin yarığa attı.
Sarı Mustafa, uzun yıllar develerle, ovalardan elde edilen tahılları, at arabalarının giremediği dar sokakları olan, eski Rum köylerine taşımıştı. Buğday, arpa, mısır dolu çuvalları sırtlayıp doğrudan ambara boşaltıyordu. Karşılığında tahıl alıyor, ihtiyacından fazlasını paraya çeviriyordu. Dürüsttü.Dürüst olduğu için de güvenilirdi. Bu yüzden herkes ürününü ona taşıtmak istiyordu. Yaşamında çok zorlukla karşılaşmış, her zorluktan güçlenerek çıkmıştı. Uçurumun kenarında yağmura, fırtınaya, kara direnen ağaçlar gibi güçlüydü. Parasız ve yalnız kalmış, ama hiçbir kimseye boyun eğmemişti. İradeli ve duyarlıydı. Belki de onu güçlü kılan, hayata bağlayan bu özellikleriydi. Bugün, yüz baş koyun sürüsünün sahibiydi. Zorlu yıllar geride kalmıştı artık. Ailesiyle mutlu bir yaşam sürüyordu.
Aniden bir ses duydu. “Can kurtaran yok mu?!” diye bağırıyordu bir kadın. Hemen fırladı. Dolunay geceyi aydınlatıyordu. Bahçe kapısının kenarında duran küreği kaptı ve sesin geldiği yöne doğru koştu. Bağıran, komşusunun kızı Iraz'dı. Yüzleri kapalı, tanımadığı iki kişi sürükleyerek zorla götürüyordu, Iraz'ı. Iraz kendini yere bırakmış, direniyordu. İki kişi de silahlıydı. Sarı Mustafa, küreği bir kılıç gibi başının üstünde tutarak, vurma mesafesine kadar yaklaşmıştı. Kararlı ve gür bir sesle, “ Kızı bırakın, yoksa başınızı karpuz gibi ikiye ayırırım!” dedi. Silahlı adamlardan biri, “ Yaklaşma, vururum!” dedi ve bir el havaya ateş etti. Sarı Mustafa, kararlılığını hiç bozmadan bir adım daha yaklaştı ve aynı uyarıyı yineledi. Aynı adam iki el daha arka arkaya havaya ateş etti. Sarı Mustafa, haklı olmanın verdiği güçle bir adım daha yürüdü adamların üzerine. Her an küreği başlarına vurabilirdi. Niyeti vurmak değil, kızı kurtarmaktı. Nihayet kızı bırakıp kaçtılar. Sarı Mustafa, Iraz'ı kolundan tutarak evine getirdi. Kız çok korkmuştu, şok geçiriyordu. Konuşamıyordu. Bir süre sonra, “ Abimi bağladılar” diyebildi. Sarı Mustafa, hemen eve gitti, etkisiz hale getirilen abisi Ahmet'i kurtardı ve evine getirdi. Ahmet daha çok korkmuştu. “Bir daha gelirler mi?!” diye Sarı Mustafa'ya sarılıyordu. Sarı Mustafa, Ahmet’in şok geçirdiğini anladı ve iki tokat atarak kendine gelmesini sağladı.
Sarı Mustafa sabah erkenden olay yerine gitti; yerde bir tek erkek ayakkabısının kaldığını gördü. Kaçarlarken ayakkabıyı almaya fırsat bulamamışlardı. Sarı Mustafa, ayakkabıya hiç dokunmadı.Karısı Ayşe'ye, “Bu olaydan hiç kimseye söz etme, biz görevimizi yaptık. Kızı kurtardık, bundan sonrası bizi ilgilendirmez. Düşman kazanamayız,” dedi. “ Olur” dedi, karısı Ayşe. Zaten evde Sarı Mustafa'nın sözü geçerdi. Karısı Ayşe, “ Nasıl gittin onların üzerine, vursalardı, sekiz çocukla ben ne yapardım?”dedi, yavaş bir sesle. Sarı Mustafa, “ Onlar beni vuramazlardı,” dedi. “Bir insanı vurmak kolay değildir, vurmak için çok haklı nedenler gerekir. Oysa, beni tanımıyorlar bile. Ama onlar, çok ağır bir suç işlediler ve gözleri kaçmaktaydı,” dedi.
Sarı Mustafa, sabahleyin koyunlarını otlatmaya götürürken, ayakkabının yerinde olmadığını gördü. Ayakkabıyı birisi almıştı.Demek ki, köyün içinde bir “elleri” vardı. Olay, köyde hemen duyulmuş, Sarı Mustafa kahraman ilân edilmişti. Soranlara, “Koyunlara sırtlan geldi, onlara iki el ateş ettim,” diyordu.
Karısı ve üç çocuğu ile, keçilerini, başka bir ilin sınırlarında bulunan kışlağa götüren Iraz'ın babası Enseli Mehmet, bir hafta sonra olayı duymuş, köye gelmişti. Ne muhtara, ne de karakola gidip şikayette bulunmuştu.
Aradan yılar geçmişti. Bir gün, karşı köyde oturan Ali geldi Sarı Mustafa' nın evine. Ali, Sarı Mustafa'nın asker arkadaşıydı. Sarı Mustafa ile Ali, zorluklara birlikte göğüs germiş, iyi arkadaş olmuştu. Ali, oğlunu evlendiriyordu. Sarı Mustafa'yı düğününe davet ediyordu. Bir süre sohbet ettiler. Sarı Mustafa,”Şimdiden hayırlı olsun,” dedi ve düğüne geleceğini söyledi, arkadaşı Ali'yi yolcu ederken.
Sarı Mustafa, düğünden bir gün önce sürüden bir kuzu seçti. Ayrı bir yere bağladı. Düğün günü erkenden koyunlarını köy merasına götürdü, bir günlüğüne arkadaşı koyuncu Mehmet'e emanet etti. Arabacı Mümin'den kendisini karşı köye götürmesini rica etti. Eve geldi. Karısı Ayşe, çocuklarına tarhana çorbasını biraz önce içirmişti. Kalan bir çanak tarhana çorbasını da Sarı Mustafa ile karısı Ayşe, birlikte içti. Sarı Mustafa,karısına, “Adamlıklarımı hazırla,” dedi. Karısı, sandıktan çıkardığı ceket, pantolon, gömlek ve şapkayı sedirin üstüne; ayakkabıyı yere koydu. Sarı Mustafa, tıraş oldu, “adamlık”larını özenle giydi. Akşam üzeri döneceğini söyleyerek karısı ve çocuklarıyla vedalaştı. Bir yere giderken mutlaka vedalaşırdı. Kuzuyla birlikte Mümin'in at arabasına bindi. Asker arkadaşı Ali'nin köyüne gitmek için Balat ovasını geçmeleri gerekiyordu. Şose yol, ovanın üzerinde cetvelle çizilmiş gibi duruyordu. Atlar, arabayı ritmik bir hareketle, uyum içinde çekiyordu. Sonbahar gelmiş, ilk yağmurlar düşmüştü. Yağmurla buluşan toprağın sakladığı tohumlar, çimlenmiş, yolun her iki tarafını yeşil bir halı gibi kaplamıştı. Menderes nehrine gelmişlerdi. Çok can aldığı için yöre halkı, “Kanlı Menderes” diyordu nehre. Arabacı Mümin, atları, dizginleri çekerek yavaşlattı. Atlar köprüye girdi. Ahşap köprü sallanıyordu. Sarı Mustafa, nehri seyre koyuldu. Yüzlerce kilometre uzaklardan kıvrıla kıvrıla akan nehir, burada yavaşlamış, derinliğini kaybetmiş ve biraz ileride denizle buluşuyordu. Sanki bir çocuğun annesine kavuşması gibi güvenle, sevgiyle buluşuyor ve denizde yok oluyordu. Sarı Mustafa, nehrin yolculuğunu bir insanın yaşamına benzetti. Her şeyin bir başlangıcı, bir de sonu vardı. İnsanın da öyle.

Sonunda köy göründü. Bir tepeye kurulmuş, eski bir Rum köyüydü. Sokakları taş döşemeydi. Araba, sesler çıkararak köye girdi. Ali, görmüş olmalı ki Sarı Mustafa'yı evinin biraz berisinde karşıladı. Davulcu vuruyor, zurnacı çalıyordu. Sarı Mustafa, çok mutlu oldu. İlk kez kendisi için bir tören yapılıyordu.Kendisi ile gurur duydu. İçinde de bir “Mustafa”nın olduğunu ilk kez duyumsadı. Arkadaşı Ali, “Hoşgeldin, Mustafa!”dedi. Sarıldılar. Sarı Mustafa, “Mübarak olsun Ali!” dedi ve elinde tuttuğu kuzunun ipini Ali'ye vererek, “Okuntumdur!” dedi. Ali de kuzuyu kabul etti. Birlikte avluya girdiler. Davetliler gelmiş,masalarda yiyip, içiyordu. Tüm masalar doluydu. Sadece bir masada iki kişi oturuyordu. Ali, arkadaşı Sarı Mustafa'yı bu masaya götürdü ve “Asker arkadaşım Mustafa” diye tanıttı, masada oturanlara. Sarı Mustafa selâm vererek oturdu masaya. Oturanlar da başlarını hafifçe eğerek aldılar selâmı.
Görevliler hemen yemek servisine başladılar. Büyük bir sini içinde gelmişti yemekler. Sinide kavurma, keşkek, topalan, zerde, etli ve sebzeli yemekler vardı. Yemek, sesizce yendi. Hemen ardından, bir şişe rakı ile geldi bir başka görevli. İki kişiden birisi, arkadaşını da işaret ederek “Biz içki içmeyeceğiz,” dedi. Sarı Mustafa da, “Ben içki içmem,” dedi.

Bir süre sonra gelen kahveleri içtiler.
Sarı Mustafa, sessizliği bozmak için, “İsminizi bağışlayın,” dedi. İçki içmeyeceğiz diyen, “Benim adım Hasan,” arkadaşını işaret ederek, “Bunun adı da Veli,” dedi. Her ikisi de kasketliydi. İkisi de otuz beş yaşında görünüyordu. Hasan, uzun boylu, adaleliydi. Asık suratlıydı, sanki hiç gülmemişti. Kalın kaşlarının altında, gözleri küçük görünüyordu. Elleri, pençeyi andırıyordu. Veli'nin boyu ortanın biraz üzerindeydi. Saçları şapkasının altından alnına dökülüyordu. Geniş yüzünün ortasında, burnu ince ve küçük kalıyordu. Yüzünde bir sertlik seziliyordu. Elleri kaba ve nasırlıydı. Eğitimsiz ve görgüsüz oldukları, yüreklerinde sevgi olmadığı her hallerinden belliydi.
Sarı Mustafa, “Nerelisiniz, ne işle meşgulsünüz?” diye sordu ikisine birden. Yine Hasan, “ikimiz de hayvancılıkla meşgulüz. Aydın'ın dağ köylüklerindeniz,” dedi. Sarı Mustafa da,”Ben de hayvancılıkla meşgulüm, koyunlarım var, karşı köydenim,” dedi.
Sarı Mustafa' nın karşısında oturan bu iki kişi; hiç konuşmuyor,Sarı Mustafa'yı gizli bakışlarla inceliyor; yüzüne,ellerine, kıyafetine bakıyordu. Hem çekiniyor, hem de gizli bir hayranlık duyuyordu. Sarı Mustafa ise her zaman olduğu gibi sakin ve rahattı.
Sarı Mustafa, karşısında oturan bu iki kişinin kendisini çok iyi tanıdığını sezdi ve bu durumdan rahatsız oldu. “Eh, bana musade, koyunlarımı emanet bıraktım,” dedi ve ayağa kalktı. Hasan ile Ali de ayağa kalktı. Sanki ezilmiş bir halleri vardı. Sarı Mustafa bir süre gittikten sonra geriye dönüp baktı. İkisi de ayakta, sesiz, gizli bir şeyler konuşuyordu.
Sarı Mustafa da onları tanımıştı.

Önceki ve Sonraki Yazılar