DÖRT KEZ CABADAN YAŞIYORUM

 

Bin dokuz yüz altmış bir yılının temmuz ayıydı. İncirlerin olgunlaştığı zamandı. Köyümüzün üstünde, Rumlardan kalan incir bahçeleri vardı.  Rumlar, gerçekten çok çalışkan insanlar. Engebeli araziyi, düzgün aralıklarla sekiler yaparak verimli hale getirmişler. Çeşit çeşit incir ağaçları dikmişler. Bir akşam üzeri bir grup  arkadaşımla  incir yemeye gitmiştik. Ben o zaman sekiz- dokuz yaşındaydım. Güle oynaya,  ağaçlara tırmanarak incir yedik. Artık  evlerimize dönme zamanı gelmişti. Ben, sekiden atlamak yerine, sıyrılarak iniyordum ki, sağ bacağımda çok şiddetli bir ağrı duydum.  Bağırarak sekiden indim. Arkadaşlarım başıma toplandılar. Ne olduğunu bilmiyorduk. Ağlayarak eve geldim. Babam hemen, ağrı duyduğum bölgeye baktı. Durumu anlamıştı. “Yılan soksa, izi farklı olurdu,   kuyruklu(akrep) sokmuş,”  dedi. 

Beni yatağa yatırdılar.  Titriyordum. Üzerime yorgan örttüler. Üşümem durmuyordu. O zamanlar doktora gitme olanağımız yoktu.  Ayrıca, zehir vücuduma dağılmadan müdahale  edilmeliymiş. Yoksa, ölürmüşüm.  Anam durmadan ağlıyordu. Babam,  komşularımızdan, yaşlı bir kadın olan Ayşe Teyzeyi çağırdı. Aralarında konuştular.   Beni taze deriye koymaya karar verdiler. Sonradan öğrendiğime göre, taze deri, vücuttaki  zehri emiyormuş. Hemen bir kuzu kestiler, tulum çıkardıkları deriyi, çıplak vücuduma  bir  elbise gibi giydirdiler ve yatağa yatırdılar. Ertesi gün gözlerimi açtığımda iyileştiğimi anladım.

İlkokul ikinci sınıfa gidiyordum. Bir sonbahar günüydü. Evimiz okuldan epeyce  uzaktaydı.  Öğleden sonra koşarak, sevinç içinde okula gidiyordum. Birden üzerime bir köpek atladı ve beni yere yatırdı. Ben köpeğin altında korkuyla bağırıyordum.  Köpeğin sahibi olan kadın, uzaktan  köpeğe, umursamaz bir ses tonuyla, “Hoşt” diye bağırıyordu.  Bir süre sonra köpek üzerimden gitti. Köpek, başımı dört yerinden yaralamıştı.  Doktora gitme  olanağımız olmadığından, otlarla yapılan ilaçlarla yaralarımı  sardılar.  Bir süre sonra yaralarım iyileşti. O izleri  hâlâ taşıyorum.  Ölebilirdim.

Dokuz- on yaşlarındaydım.  O zaman biz erkek çocuklar, çobanlık yapıyorduk.  Kimimiz kuzu, kimimiz buzağı, kimimiz de inek güdüyorduk. Köyümüzün altında sazlık alanlarda “göz” dediğimiz dar, fakat derin tatlı su kaynakları vardı.  Hayvanlarımızı sazlık alanlara bırakır,  kendimiz   bu “göz”lerde  yüzerdik. Bir yaz günüydü. Ben “göz”ün başına geldiğimde, arkadaşlarım  yüzüyorlardı. Bir taraftan dalıp, diğer taraftan çıkıyorlardı.  Ben yüzmeyi  daha üç gün önce,  denizde öğrenmiştim.  Ben de arkadaşlarım gibi, dip daldım.  Suyun üzerine çıktığımda, “göz”ün tam ortasındaydım.   Suda ayaklarımın üzerinde dik duruyordum. Bir türlü suyun üzerine yatıp yüzemiyordum. Tatlı su, deniz suyu kadar kaldırmıyordu.  Tabii, bunları o zaman bilmiyordum. Suda batıp çıkmaya başlamıştım. Korkudan konuşamıyordum. Sonunda arkadaşlarım boğulduğumu anladılar. İçimizde en iyi yüzen Ali Karadayı arkadaşım,  beni kurtarmak üzere suya atladı. Ben  hemen Ali’ye sarıldım. Ali’yle suyun dibine indik. Ali benden kurtuldu ve hemen kıyıya çıktı. Herkes  korkuyla bana bakıyordu. Hiç biri beni kurtarmaya cesaret edemiyordu. Su yutmaya başlamıştım. Artık boğulmak üzereydim. Ölümün soğuk yüzünü  görüyordum. İçimizde en küçüğümüz olan,  beş – altı yaşlarında  Yaşar Karadayı adında bir  arkadaşımız, birden “Sopayı uzatın,” dedi. Çoban sopalarından birini bana uzattılar. Ben sopaya can havliyle sarıldım. Beni  hemen kıyıya çektiler. Çok korkmuştum. Korkunun da ötesinde bir  travma geçirdiğimi yıllar sonra öğrenecektim. Ölümden son anda kurtulmuştum. Yaşadığım bu olay, bana iki şey öğretmişti. Birincisi;  beş kuruşluk akılla, on kuruşluk yükün altına girilemeyeceği; ikincisi ise; çocukların doğuştan yaratıcı oldukları…

Öğretmenlik görevime ilk kez, bin dokuz yüz yetmiş iki yılında Adıyaman’da başlamıştım. Bir grup öğretmen arkadaş  bir  araya gelerek, bir kitap kulübü kurmuştuk. Böylece  hem  daha çok kitap okuyacak, hem de birbirimizle daha çok görüşme olanağı bulacaktık.  Bu amaçla,  her hafta sonu birimizin köyünde toplanıyorduk.  Bir kış günüydü. Hava açıktı.  Birlikte çalıştığım öğretmen arkadaşımla, köyümüzden iki at alarak, iki saat uzaklıkta bulunan bir arkadaşımızın köyüne gittik. Kulüp üyesi arkadaşlarımız  da gelmişlerdi. Arkadaşımız bize tavuklu, içkili ziyafet çekti. Kitaplar üzerine konuştuk, kitap alış verişi yaptık. İkindi üzeri, köylerimize gitmek üzere  vedalaştık. Tam yolumuzu yarılamıştık ki, birden hava kapandı. Arkadaşımla durum değerlendirmesi yaptık.  Geri dönmek yerine, köyümüze gitmeye karar verdik. Tipi başlamıştı.  Giderek şiddetini arttırıyordu. Artık göz gözü görmez olmuştu. Ben öndeydim.  Tipi,  üzerime  mermi gibi geliyordu. Atı bile göremiyordum. Atın üzerine kapandım. Yapacağım  başka bir şey yoktu. Yolumuz, dağların arasından kıvrıla kıvrıla gidiyordu. At, hiç şaşırmadan yoluna devam ediyordu. Bizi köyümüze götüreceğine inanıyordum.  Sadece kurtların saldırısından korkuyordum. Bir türlü köyümüzün ışığını göremiyordum. Sonunda ışığı gördüm. Köye vardığımızda attan inemedim. Çünkü, bacaklarım uyuşmuştu. Yere yığılıp kaldım. Bizi bir eve götürdüler. Bir süre sobaya yaklaştırmadılar, uyumamızı engellediler. Bu fikir yaşlı bir köylünündü.  Yaşlı köylüye;  “Kurt bize saldırabilir miydi?”  diye sordum.  Yaşlı köylü; “saldırabilirdi, ama at kendini ve sizi korurdu,” dedi. Ve anlatmaya devam etti. “Kurt, ata ancak arkasından, hayalarından (üreme organı) saldırabilir. At,  bunu bildiği için saldırıya karşı, ayakta durur ve bacaklarının arasından sürekli arkasını kollar. Kurt saldırırsa, çiftesiyle  kurdun çenesini dağıtır. O yüzdendir ki, atlar doğada toplu yaşarlar.  Kurtların saldırısına, kafa kafaya vererek karşı koyarlar,” dedi.  Bir kez daha ölümden kurtulmuştum.

Önceki ve Sonraki Yazılar