KOYUNCU ADAY

12 Haziran seçimlerine, 4 ay gibi kısa bir süre kalmasına rağmen Söke’deki siyasi teşkilatların kış uykusuna yatmışçasına, çok hareketsiz olmalarına bir anlam veremiyorum.

Nedir, nedendir bilinemiyor. Teşkilatlar genel merkezlerine seçildiği zaman devlet yönetiminde ağırlığı olabilecek bir milletvekili adayının ismini veremiyor. Ancak son günlerde meydana gelen bir gelişme, kaygılarımızı bir bakıma bertaraf etti. Uzun yıllar kamu yönetiminde önemli görevlerde bulunan Sökeli MehmetKoyuncu’ya AKParti Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu, adaylık teklifinde bulundu. Koyuncu’yu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’da yakinen tanıyor. Ancak Koyuncu, adaylık teklifine net yanıt vermedi. Karşılıklı bu konuyu tartıştım. Bana şunları söyledi:“Ailem ve aile çevrem çok önemli. Onlarla konuştuktan sonra bu teklifi değerlendireceğim. Tabi listedeki sıram çok önemli. Genel Merkezde yapacağım istişare görüşmelerinde bu konunun üzerinde duracağım. Siyasi parti adları önemli değil. Geçmişte siyasete ‘evet’ deseydim, bana bakanlık görevi verilecekti”

Mehmet Koyuncu devlet bürokrasisinde ve özel sektörde önemli görevlerde bulunan, deneyimli bir teknik adam. Bugüne kadar birçok siyasi partiden “Gel beraber çalışam” diye teklif almıştır. Milletvekili adaylığı konusunda bir sorun çıkmaz ve Koyuncu’yu Ankara’ya göndermeyi başarabilirsek, şimdiden iddia ediyorum Söke çok şey kazanır. Koyuncu Söke’nin sorunlarının uzağında değil. Enerji İşleri Genel Müdür Yardımcısı olduğu sırada Kayhan Ailesi’nden başka kimsenin kendisinden yardım istemediğini söylüyor. İsteseydi bugün Söke Ovası’nda elektrik sorunu olmazdı diyor.

Böylesine deneyimli bir bürokrat, Söke adına hangi siyasi partiden aday olursa olsun, büyük bir şanstır. Gelişmeleri ilgiyle izliyoruz.

TOPLUM YAPISI

Yazımın başında belirttiğim gibi Milletvekilliği Genel Seçimlerine 4 ay gibi kısa bir süre kalmasına rağmen, siyasi teşkilatların üzerlerine sanki ölü toprağı serpilmişçesine ortalık çok sakin. Herkes işinde gücünde... Siyaset yapacak halde değil. Bu vurdum duymazlık, toplumu giderek sorumsuzlaştırıyor ve de politize ediyor. Doğru dürüst gazete okumayan, istisnalar kaideyi bozmaz, eline hiç kitap almayan, Türkiye’nin sorunlarıyla ilgilenmeyen bireylerin bu topluma ne faydası olur? Genel seçimler dolayısıyla bir haftadır, çarşı-pazar ve kahvehanelere sık sık gidip halkın düşüncelerini öğrenmeye ve almaya çalışıyorum. Fakat son günlerde izlenimlerim beni sükut-u hayale sürükledi. Toplumun düşünce yapısı 1950’lerin çok gerisinde. Bir toplumu düşünün bireyleri bir süre önce yapılan referandumda neyi oyladığını ve neden ‘Hayır-Evet’ verdiğini bilmiyor. “Türkiye’ye nasıl görüyorsunuz?” diye sorduğumda ise Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Dünyada en zengin ülkeler arasına girdik” sözünü bana hatırlatıyorlar. İşin ilginç tarafı Tayyip Bey’in taraftar kitlesi her geçen gün biraz daha artıyor. Bazen hatalı çıkışlarında bile puan kaybetmiyor, puanlarını arttırıyor.

Mısır Lideri Hüsnü Mübarek, görev yaptığı süre içinde hep yüksek oy oranları ile seçilmiş bir liderdir. Son seçimlerde ise yüzde 87 oy almıştır. Ama bugünkü manzaralar bize çok şeyler anlatıyor. Tabii ki anlayabilene!

TÜRKİYE GERÇEKTEN KALKINDI MI?

Türkiye, 8 yıldır AKParti iktidarı ile yönetilen bir ülke. Ve bu iktidarın artıları da var, eksileri de... Ama AKParti çok şanslı bir dönemde iktidar olmuştur. Ülkede sıcak paranın su gibi aktığı, özelleştirmelerin peş peşe yapıldığı bir dönemi Türkiye hiç yaşamamıştır. Görülen refah, “Yalancı bir bahar”dan başka bir şey değildir. Batı’nın Türkiye’ye dayadığı sistem belli. 8 yıl boyunca bu sisteme harfiyen uyulmuş ve sadık kalınmıştır. Yani Türkiye, Dünya Bankası, dolayısıyla ABD ve AB’nin politikalarına ağırlık vermiştir.

Yani şu politikalar çerçevesinde:

a- Yabancı sermaye için elverişli koşullar yaratılarak ülke ekonomisinin batı ekonomisi ile bütünleşmesi sağlanmış.

b- Gümrük duvarlarını yıkarak ithalati liberalleştirmek.

c- ABD ve AB ülkelerinde talebi karşılayacak alanlarda ihracata yönelik bir sanayileşme stratejisi uygulamak.

Bu iddialı hedefler, elbette uygun siyasi çerçeve çizilmeden ulaşılabilecek hedefler değildir. Yani ekonominin Amerikan firmalarına ve mali çıkarlarına tabi kılınmasına tepki gösterecek, karşı duracak kesimlerin seslerini kısmaya kararlı bir devlet yapısının kurulması şarttı. Kısacası altyapı böyle kuruldu. Ancak tarih de buna tanıktır ki, bu sistemi benimseyen diğer uluslar, kısa bir süre sonra sıkıntılar içine düşmeye başlamıştır. Sıkıntının esas nedeni, üç farklı gelişmeden kaynaklanıyordu. İthal ikameci modelin başarısızlığı, tarımın ülkede gıda ihtiyaçlarını karşılamada günden güne artan yetersizliği ve ekonominin kapılarının kendisine tam açılması için yabancı sermayenin artırmakta olduğu baskılar! Sınırlı bir iç pazara yönelik ve ithalatla ihracat modeli Türkiye’nin gelir dağılımını bozmuş ve büyük işsiz yığınları üretmiştir.  Tarım giderek ülkeyi besleyemez hale gelmiş, fiyatlar arttıkça hayat pahalılığı istatistikleriyle oynanmaya başlanmıştır.

Batı ülkeleri, Türkiye’nin ihracaatını geliştirmesini istiyor ve sürekli bunu teşvik ediyorlar. Ama bu nasıl olur? Bu ülkenin şu sırada en büyük zenginliği, bizim olmayan sıcak paradır! Tarım geçmişte bu ülkenin ihracaat gelirlerinin başlıca kaynağını teşkil ediyordu. Ama günümüzde tarımda yaşanan kriz, bırakın ihracaatı, beraberinde her yıl artış gösteren ihracaatı getirmiştir. Türkiye, lokomotif sektöründen istenilen oranda ihracaat üretememiştir. Bu zaafı yüzünden ithalat yapmadan ihracat yapamaz hale gelmiştir.

Sonuçta: 2010 yılında 71,5 milyar dolar dış açık, 50 milyar dolar cari açık veren Türkiye, iktidarımıza göre, dünyanın en zengin ülkeleri arasında yerini almıştır.

Başka bir yorum yapmayacağım. Ne dersiniz iddialar doğru mu?

Önceki ve Sonraki Yazılar