OĞLUMA YALNIZLIK HİKAYELERİ (2)

Mavi kızıl karıncalar
Yazdıklarımla insanlara yakın olmaya çalışırken, kurduğum hayali dünyalarda gerçeklikten uzaklaşıp kayboldum. Milyonlarca insan olan bir şehirde yaşarken, o küçük dairede tek başıma bir yaşam sürdürüyorum. Hayatımda sadece kitaplarımın basıldığı yayın evinin sahibi olan Necla var. Hem patronum, hem de tek dostum olan Necla…
Beynimin içinde dans eden düşüncelerle amcamın evinin kapısına geldiğimde bu evi çok özlediğimi fark ettim. Kapıdan girmeden önce biraz dışarıda durup evi izledim.
Bizim ev gibi amcamların evinin de kocaman bir bahçesi vardı. Çocukken buraya geldiğimizde yengem ve annem içeride otururken bu bahçede çok zaman geçirmiştim. Bu bahçede o kadar çok hatıra biriktirmiştim ki kendime. Amcamın bahçedeki kocaman çınar ağacına kurduğu salıncakta sallanmış, arkadaşlarımla üstümüz kapkara olana kadar toprağın üzerinde boğuşmuş, gece yarılarına kadar bitmesini hiç istemediğimiz oyunlar oynamıştık. Çocukluk arkadaşlarımdan hiçbiri ile görüşmedim şimdiye kadar. Buradan giderken geride bıraktıklarımı unutmayı o kadar çok istiyordum ki, babamı hatırlatacak her şeyi çıkardım hayatımdan. Bir tek, şimdi evlerine gireceğim bu güzel iki insanı bırakamadım geride.
Kapıda bir süre bekledikten sonra içeriye girdim. Yengem kapıyı açınca öyle sıkı sarıldı ki bana. Sarılırken bir yandan da hıçkırarak ağlıyordu. Otuz altı yaşıma gelsem de ben hala onun küçük oğluydum. Hiç çocukları olmadığı için beni oğlu gibi sevmişti. On beş yıl boyunca beni hep telefonla aramış, birkaç sefer de yanıma gelmeye niyetlenmiş ama benim uydurduğum bahaneler ile hiç yanıma gelememişlerdi. İstanbul’a gelirlerse, babam gibi yalnız bir hayat sürdürdüğüme şahit olmalarını istememiştim.
Yengem beni içeri aldığı gibi hemen mutfağa götürdü. Aç olup olmadığımı bile sormadan mutfaktaki masaya oturttu beni. Geleceğimi duyunca bütün gece uğraşıp çocukken çok sevdiğim yemeklerden yapmış bana. Ben yemeğimi yerken hem konuşuyor hem de beni izliyordu. Bazen de dayanamayıp boynuma sarılıp karşısındaki koskoca adam değil de bir çocuk varmış gibi ‘’Oğlum benim, geldin ya dünyalar benim oldu artık .’’ deyip öpüyordu beni. Bu melek yüzlü kadını bile kendimden uzaklaştırmak için yaptıklarımdan dolayı kendime kızdım. Doğduğumdan andan itibaren beni annem gibi sevmişti. İçimden ‘’Buradan gidince ne olursa olsun bu kadını bir daha kendimden uzaklaştırarak üzmeyeceğim.’’ dedim.
Yemeğimi yedikten sonra insan kalabalığının arasına karışıp okunan mevlidi dinledim. Birkaç yakın akraba dışında gelenlerin çoğu beni tanımamıştı. Aslında böyle olması benimde işime geldi. Hafızamda eskiterek unuttuğum yüzlerle karşılaşıp konuşmak istemiyordum. Mevlit bittikten sonra misafirler baş sağlığı dileyip tek tek evden ayrıldılar.
Herkes gittikten sonra üçümüz salona geçip oturduk. Benim neler yaptığım, nasıl olduğum, yazma işlerimin nasıl gittiği konusunda konuştuk biraz. Asıl mevzu olan babamı henüz konuşmamıştık. Yengem mutfakta demlenen çaylarımızı koymak için yerinden kalkınca amcam ‘’Bende babanın sana vermem için bıraktığı emaneti getireyim.’’ diyerek odadan çıktı.
Amcam babamın bana bir şey bıraktığını söylediğinde ne olduğunu hiç merak etmemiştim. Ölmeden önce her ay gönderdiği mektuplara bir yenisinin ekleneceğini düşünmüştüm. Ama amcam elinde bir paketle odaya girdiğinde biraz merakım canlandı. Üzerine, içinde mektup olduğunu tahmin ettiğim bir zarf yapıştırılmıştı. Zarfın üzerinde tek bir kelime yazılıydı: Oğluma.
Elimde paketle amcamlardan çıktığımda saat on ikiyi geçmişti. Amcamın ve yengemin onlarda kalmam için ısrar etmesine rağmen oradan ayrıldım. Bir an evvel eve gidip elimde tuttuğum paketi açmak için hızlı adımlarla yürüyordum. Gecenin serin karanlığında yürürken, buraya gelmenin kocaman bir hata olduğunu düşünmeye başladım. Şimdi İstanbul’da küçük evimde çalışma masama oturmuş yeni kitabımın son bölümünü yazıyor olmam gerekirken, yaşarken benim için zaten ölmüş birinin cenazesine gelmiştim.
Kafamın içinde savaşan çelişkilerin bıraktığı enkazla karanlık ve sessiz olan eve girdim. Kapıdan girdiğimde evin kendine has kokusu geldi burnuma. Yıllar sonra kokuların beynimde bıraktığı izlerle tetiklenen gençlik yıllarımı bir kez daha hatırladım. Karanlık odalara bakınca, bir tanesinin birazdan ışığının açılıp annemin geç geldiğim gecelerde uyumadan beni bekleyip, içeri girdiğim gibi ‘’Oğlum nerede kaldın merak ettim seni.’’ diyeceğini zannettim birden. 
Sokak lambasının verdiği ışıkla aydınlanan koridordan geçip salonun lambasını yaktım. Öğlen uyuduğum kanepeye oturup elimdeki paketi yanıma bıraktım. Bir tarafım çok merak edip açmak isterken diğer tarafımda her şeyi olduğu gibi bırakıp İstanbul’a geri dönmek istiyordu. On beş dakika hiçbir şey yapmadan odayı izleyerek düşünmeye karar verdim.
Oturduğum kanepenin hemen karşısındaki vitrinli dolapta en üst rafa dizilmiş kitaplara ilişti gözüm. Benim yazdığım sekiz kitap yan yana duruyordu. Demek ki alıp okumuştu hepsini. Yerimden kalkıp vitrinin yanına gittim. Kitaplardan bir tanesini elime alıp sayfalarını rastgele çevirmeye başladım. Yazdığım üçüncü romandı bu. Belki de yazdığım kitaplar içinde gerçek anlamda içime sinerek sonlandırdığım tek romanımdı. Kitabı bitirdiğimde ismini ‘’Mavi Kızıl Karıncalar’’ koymaya karar vermiştim. Çocukken bahçede oyun oynarken karıncaları izlemeyi çok severdim. Birde denizin sonsuz gibi görünen maviliğinin gün batımının kızıllığı ile birleşmesine tanıklık etmek büyülerdi beni. Bu yüzden kitapta karıncalarla konuşan bir adamın denizin mavi sularında sonlanacak hayatını anlatmıştım.
Kitabın sayfalarını çevirip sonuna geldiğimde bana hiç yabancı gelmeyen el yazısı ile yazılmış notu gördüm. ‘’Sahip olduğumuz hayatın renkleri ile bütünleşmeye çalışırken, derinlerden bir yerde, bizi karanlığa çeken ruhumuzun kötülüğü ile savaşıyoruz… Seninle gurur duyuyorum oğlum çok güzeldi.’’ Kitapta anlatılmak istenenleri sanki bir cümleye sığdırmıştı. Babamın öğrencilik yıllarından beri çok kitap okuduğunu biliyordum. Kasabada öğretmenlik yaptığı yıllarda okula küçük bir kütüphane bile kurmuştu. Ama babamın bir şeyler yazabildiğine ilk defa şahit olmuştum. Yazdığı cümle o kadar çok hoşuma gitmişti ki. Diğer kitaplarda notlar var mı diye tek tek hepsini kontrol etmeye başladım. Her kitabın sonuna ufak notlar düşüp benimle gurur duyduğunu belirtmişti. Yazdığı cümleler sade ve o kadar güzeldi ki. Sadece hayranı olduğum büyük yazarlardan çıkabilecek cümlelerin onun tarafından yazılması kıskançlıkla karışık bir öfke uyandırdı içimde.
Şimdiye kadar bana gönderdiği mektupları okumadığımdan paketin üzerindeki mektupta neler yazdığını ve pakette olanları şimdi daha çok merak etmiştim. Kanepeye oturup mektubu yapıştırıldığı yerden çıkarıp diğer tarafa koydum. İlk önce paketin içinde neler olduğuna bakacaktım.
Paket kâğıdını yırtıp içindekileri görünce uğradığım şaşkınlık bir anda gözlerimin kararmasına sebep oldu. Öfkemden ve hırsımdan elimdekileri fırlatıp evden hemen çıkmak istesem de, oturduğum yerde donup kalmıştım.
Yazdığım kitapların taslaklarını tutuyordum elimde. Yedi ayrı dosyaya gözlerimi sabitlemiş bakıyordum. Bitirdiğim her kitabın taslağının ilk sayfasına el yazımla yazdığım aynı not yedi dosyada da bulunuyordu. ‘’Bir hayatın daha sonuna geldik…’’
Kitaplarımı bitirdikten sonra ilk taslağının çıktısını editörüme göndermesi için yayın evinin sahibi Necla’ya bırakırdım. Necla da dosyayı tanımadığım, daha doğrusu tanışmayı hiç istemediğim editörüme gönderirdi. Bir ay sonra da gönderdiğim dosya, üzerine el yazısı ile düzeltmeleri yapılmış bir şekilde bana teslim edilirdi. Geri gelen düzeltilmiş dosyaların neden fotokopi olarak bana geldiğini Necla’ya sorduğumda ‘’Editörün senden bir hatıra kalmasını istiyormuş.’’ cevabını almıştım. Yaptığı düzeltmeler ve hikâyelerimin gidişatına göre farklı yönleri görmem için önerdiği fikirler o kadar iyiydi ki, hak ettiğini düşünerek dosyaların aslının onda kalmasına müsaade etmiştim.
İlk kitabımın tüm sorumluluğunu Necla üstlenmişti. İkinci kitabımın taslağını Necla’ya verdiğimde ‘’Sana çok iyi bir editör buldum. Yaptığı işi emin ol sende beğeneceksin. Sana çok fayda sağlayacaktır.’’ demesinden sonra kabul etmiştim yeni bir editör ile çalışmayı. Ancak kim olduğunu şimdiye kadar hiç merak etmemiştim.
Yerimden kalkıp vitrindeki kitaplardan bir tanesini alıp son sayfasını açtım. Babamın el yazısı ile dosyaların sayfalarındaki düzeltme notlarında kullanılan el yazısını karşılaştırmaya başladım. Kitapların sonunda babamın tuttuğu notlar ile dosyalardaki düzeltme notları aynı kişi tarafından yazılmıştı. Harflerin yazılış biçimleri, her kelimenin son harfinin sonundaki uzatma çizgileri, ü ve ö gibi sesli harflerde kullanılan iki noktanın tek çizgi olarak birleştirilmesi her şey birebir aynıydı.
Aklımın içindeki düşünceler o anda birbirine öyle çarpıyordu ki. Hayatımda hiç yeri olmadığını düşündüğüm adam, beni ayakta tutabilen tek şey olan hikâyelerimin içine nasıl girmişti? Tanımadığım editörüm gerçekten o ise, bu evde yaşadığım yıllarda yazdığına hiç tanık olmamama rağmen bana nasıl böyle faydalı olabilmişti? En önemlisi de benim hakkımda her şeyi bilen tek dostum olan Necla’nın, babamdan ve eski hayatımdan kopmak için çok çaba sarf ettiğimi bilmesine rağmen bu adamı hayatıma tekrar neden sokmuştu?
 

Önceki ve Sonraki Yazılar