YASAMA, YÜRÜTME İLİŞKİLERİ

Ülkemizde,  yasamanın (Türkiye Büyük Millet Meclisi)  yürütmeden (hükümet) ba-ğımsız olamadığını, bu gidişle de, daha uzun süre olamayacağını düşünüyorum. Oysa, de-mokrasilerde  “kuvvetler ayrı- lığı”  ilkesi var. Yani; yasama,  yürütme, yargı birbirinden bağımsız  olacak ve sistemi bu üç kuvvet ayakta tutacak.

Yasama, yürütmeden neden bağımsız olamıyor?

Bizim siyasi partiler yasamızda delege sistemi var. Delegeleri parti lideri;  parti liderlerini de, delegeler belirliyorlar. Milletvekili adaylarını da,  doğrudan parti liderleri  ya da parti liderinin güdümündeki delegeler belirliyorlar.  Bu seçim yapılırken, “bilgi, görgü, donanım, tutarlılık” gibi  özellikler gözetilmiyor.  Sadece,  liderin “Bana sadık olsun, yeter” ilkesine uyuluyor. Gerçekten, hak ettikleri için seçilen milletvekilleri de, var.  Ama, sayıları az. Oysa, buhranlı dönemlerde “sadıklar” partiyi terk ederlerken,  sayıları az  olan bu  “bağımsızlar”  sonuna kadar savunurlar.

Seçmenler oylarını,  seçilecek  olan milletvekilinden habersiz,  partiye veriyorlar. Bugün seçmenlere sorsak,  bir çoğu  oy verdiği partiden seçilen milletvekillerinin adlarını  söyleyemez.

İşte; Yürütme, lider sultasında seçilen milletvekillerinden oluşan  böyle bir  yasamanın içinden çıkıyor. Çoğunluğu oluşturuyor. Tasarılarını “grup kararı” ile  yasamaya götürüyor. Grup kararına uymayan  milletvekillerini disiplin kuruluna veriyor,  hâttâ   partiden ihraç ediyor. Milletvekili, milletvekilleri  kararlara, tasarılara karşı olsalar bile,  karşı görüşlerini belirtemiyorlar. Belirttikleri  zaman parti liderinin  önce  “gözünden düşüyorlar,” daha sonra da,   “kara liste”ye   alınıyorlar.. Hâttâ  liderin yakın çevresi tarafından  dışlanıyorlar.  Bu durum, ülkemizdeki tüm siyasi partiler için geçerli. Bu durumda, yasamanın üyeleri olan miletvekilleri bağımsız olabilirler mi?   Verdikleri kararlar  sağlıklı olabilir mi?  Sıkça duyuyorum; “Avrupa’da, Amerika’da  olduğu gibi bizim yasamamız da;    Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Yargıçlar ve Savcılar  Yüksek Kurulu üyelerini seçsin.”  Doğrudur,  Amerika’da, Avrupa’da üst kurul üyelerini  yasama seçiyor. Unutmayalım ki, bu  ülkelerin yasamaları gerçekten bağımsızlar. Milletvekilleri donanımlı ve “bileklerinin hakkıyla”  meclislere giri-yorlar.  Seçilememe endişeleri yok  ve  liderlerine bağımlı değiller. Dolayısıyla, verdikleri kararlar  adaletli ve sağlıklı. Bizim yasamamızın   böyle adaletli ve sağlıklı  kararlar verebileceğini şimdilik düşünmüyorum. Radyo ve televizyon üst Kurulu üyelerine bir bakalım. Her üye, kendisini seçen siyasi partinin   “militanı” gibi davranıyor.  TİB (Tele-komünikasyon İletişim Başkanlığı) Başkanının  söyledikleri devlet adamı ciddiyetinden uzak. Bu olumsuz durumdan nasıl kurtulabiliriz?

Öncelikle, siyasi parti yasası değişmeli.  Seçim barajı yüzde on’un   altına,  makul bir seviyeye  çekilmeli. Böylelikle, toplumdaki tüm katmanların iradesi meclise yansıyacak,demokrasimiz daha da güçlenecektir. Milletvekili adaylarını doğrudan  ilgili partinin üyeleri belirlemeli. Milletvekili adayları belirlenirken,   adayın adına değil;  bilgisine, görgüsüne, donanımına, tutarlılığına bakılmalıdır.. Bu seçim sırasında  kıyasıya bir rekabet yaşanmalı, en iyiler aday gösterilmelidir. Bu yöntemle  seçilen milletvekilleri,  liderlerine  bağımlı olmazlar. Fikirlerini  kokmadan, özgürce söyleyebilirler. Aynı oranda,  tabanına karşı da sorumlu  olurlar. Milletvekillerini tabanın seçmesinden  daha önemlisi; donanımlı ve tutarlı olmasıdır.  Hiç kürsüye çıkmadan, hâttâ   önerge bile vermeden dönemini tamamlayan milletvekillerimiz var.  Bir çoğu, kürsüye  çıkamadıkları için,  kürsüdeki  milletvekiline  yerlerinden  sataşarak   “yetersizliklerini” telafi etmeye (!)  ( aslında gizlemeye) çalışıyorlar. Ben merak ediyorum;  kitap okuyan, evinde kitaplığı olan kaç  milletvekilimiz vardır?  Okumayan, araştırmayan hiçbir kimse kendisini geliştiremez, özgüven   kazanamaz. Elinde,  Dünya’nın  en büyük üniversitesinden  alınmış diploma olsa bile…

  Milletvekillerimiz  donanımlı ve  özgüvenli  olarak  “tabanları” tarafından  seçildikleri zaman,  yasamamız  yürütmeye karşı bağımsız olacak ve   daha  sağlıklı kararlar alabilecek.  Kurulları seçerken, bürokratları atarken  “yerindelik ilkesi”ni   her zaman göz önünde  bulunduracak.  Peki, bu günlere hiçbir  zaman ulaşamayacak mıyız? Tabii ki, ulaşacağız. Şu anda, ülkemizde   “ortalama okumuşluk süresi” beş yıl. Hâlâ    beş milyon insanımız hiç okuma- yazma bilmiyor. Ortalama  “okumuşluk süresi” on yıla çıktığı zaman, tabandan gelen bir baskıyla  meclisimizin yapısı değişecek, yürütmeye karşı daha dirençli bir yasama  oluşacak. Yürütme de, kuvvetler ayrılığı ilkesini  her zaman göz önünde bulunduracak. Tüm bunlara karşın geldiğimiz  noktayı  küçümsemeyelim. Tek parti dönemlerinden bu günlere geldik. Ben  yine de, iyimserliğimi koruyorum. Unutmayalım, on altı milyon çocuğumuzu, gencimizi “okul gibi bir kurum”da tutuyoruz. Bu nüfus, bir çok Avrupa ülkesini  katlıyor.  Toplumlar, zaman zaman duraksayabilirler, ama geriye gitmezler. Yazıyı bir fıkra ile bitirelim. Geçenlerde Albayrak caddesindeki Doğa Balıkçılığın önündeydim. Bir avukat,  bir tapu müdürü,  bir de ormancı    O6  plakalı bir araçla Didim’e gidiyorlarmış. Yanıma yaklaşıp, doğru yolda olup olmadıklarını sordular. Ben de,” Doğru yoldasınız, yaklaşık elli kilometre gittikten sonra  oraya ulaşacaksınız,” dedim. Sağ önde oturan ormancı, başını bana doğru uzatarak, “ Biz oraya kaç saatta ulaşırız,” dedi. Eee, benim de muzipliğim tuttu. “Direksiyondaki  beyefendinin gaz pedalına basmasına bağlı”  dedim.

Önceki ve Sonraki Yazılar