ATAM NE YAPSIN?

 

 

“Milletler layık oldukları yönetenlerle yönetilmeye mecburdurlar.”

Bunu ben söylemiyorum.

Bu düşündüren kelimeleri bu ülkede yaşayan bağımsız hür insanların ağzından duyuyorum sık sık.

Bir 10 Kasım  gününü tekrar içlerimiz buruk anarken, atamızın aramızdan ayrılışının 70 yıl öncesini, o yılların  Türkiye’sini arar gibiyiz.

Bundan yıllar evvelinden büyük önder, “Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni nesili bu özellik ve kabiliyetlerle yetiştirmek elinizdedir” demişti biz öğretmenlere.

Sonra eklemişti sanki bu günleri görür gibicesine.

“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”

Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin oldu olmasın da, millet yalnızca davulluk yapmaktadır.

Tokmak yine birilerinin elinde.

1938 yılından itibaren tokmağı eline geçirenler milletin elindeki hakimiyeti kağıt üzerinde bırakarak davulu acımasızsa dövmüş, şimdilerde de susturmuştur.

Daha dün;

“Benim memurum işini bilir” diyenler,

“Verdimse ben verdim.

“Benim memurum işini bilir”

Dün dündü, bugün bugündür. Ne olacak” diyenler, yönetiyordu bizleri,

Ve bu günde;

Devamlı Türk Milleti’nin efendisi olarak ilan edilen köylülere kızıp,

“Hadi ananı da al git,

“Borçlanırken bana mı danıştınız”,

“Yalan söylüyorsunuz”

“Durmak yok, yola devam” diyenler yönetiyorlar.

Ne değişti ki?

Aynı tas aynı hamam.

Aynı davul, aynı tokmak. Yalnız bu seferki tokmak biraz daha fazla yıldızlı. O kadar.

Değişen hep yönetenler oldu, aziz millet hep davul, hep davul.

Pazar akşamı Antalya Otobüs terminalinde  kalkış saatimi beklerken aynı seminerde buluştuğumuz Tekirdağlı arkadaşımla vakit geçiriyorduk, muhabbet ederek.

Tatlı muhabbetimizin güzelliğini duyan, her halleri ile üniversite öğrencileri olduğu belli olan üç beş öğrencide aramıza katıldı.

O kadar güzel konulara değinilirken sevgili arkadaşım, “kalkış saatlerimiz geldi, bu güzel birlikteliğimizi bir fıkra ile kapatalım mı arkadaşlar.” dedi. Ve anlatmaya başladı.

Çok hoşlandığım ve sizlerle de paylaşmak istediğim bu fıkrayı sizlerin de okumasını istedim.

Hiçbir yere sataşmadan, gayet samimi bir şekilde hayatın gerçeklerini anlatan bu fıkra bakın neler anlatıyor.

“ Arabistan’da hac mevsiminin sonuna yaklaştığında sıra kurban kesimlerine gelir. Kurban kesme işleri ihale yolu ile yapıldığında o yılki ihaleyi büyük bir ücret karşılığı bir Yahudi alır.

Yahudi yüzlerce  kurbanlığı, etrafını çitlerle çevirdiği yere doldurur ve kurbanların kesimini nasıl yaptıracağını kara kara düşünür.

Çünkü kurbanlar helal kesin olması gerekiyordur. Dolayısı ile de Müslümanların kesmesi gerekmektedir.

Yoldan çevirdiği zayıf yapılı bir Arab’ı para karşılığı razı ederek,  kesim işine başlar. Fakat akşam olduğunda çok fazla yorulan Arap işi bırakarak kaçar.

Yahudi çaresiz, elindeki kanlı kurban bıçağı ile kala kalır.

Bir ara Yahidi’nin kulaklarına ezan sesi gelir ve sevinerek caminin kapısından içeri dalar.

Avazı çıktığı kadar bağırır.

-Arkadaşlar içinizde Müslüman var mı?

Cami cemaati merakla arkaya bakar. Adamın elinde kan damlayan bir bıçak ve Müslüman arıyor.

Kimse sesini çıkaramaz.

En önde namaz kılan ihtiyar birisi, “nasıl olsa öleceğiz, bari bu yolda ölelim,” diyerek ayağa kalkar ve;

-Ben Müslümanım, ne istiyorsun? der.

Yahudi bir hışımla ihtiyarın koluna yapışarak koşar adımlarla camiden dışarı, cemaatin şaşkın bakışları arasında çıkarlar.

İhtiyar adamı kurbanlıkların içine getirir ve bunları kes der.

İhtiyar sevinir ve besmele çekerek kurbanlıkları kesmeye başlar.

Akşam olur kesme işine devam edilir edilmesine de ihtiyar da yorulur.

İhtiyar, Yahudi’ye dönerek,

-Ya Allah’ın kulu, çok yoruldum. Hiç olmazsa bir kişi daha da bulda, bu işi çabucak bitirelim der.

Yahudi elindeki kanlar içindeki yüzme bıçağı ile akşam namazı kılan cemaatin içine, camiye dalar.

-Ey insanlar, içinizde Müslüman var mı? der, bıçağını yukarı kaldırarak.

Cemaat şaşkınlıklar içinde bir birine bakar. Kimse korkudan bir şey söyleyemez. Birden secdeden başını kaldıran İmamın üstüne çevrilir bütün gözler.

İmam biraz şaşkın, biraz korku ile adama bakar.

Sonra başını çevirir cemaate, hafif tebessümle;

-Yapmayın beyler, yapmayın Allah aşkına, iki rekat namaz kıldırmakla Müslüman mı olunur yahu….

Düşünüyorum da şimdi, 70 yıl sonra yine Önderimiz Büyük Atatürk’e şikayetlerde bulunuyoruz.

70 yıl sonra sanki Atatürk kalkıp da gelip bu ülkeyi tekrar kurtaracakmış gibi yalvarışlarda bulunuyoruz.

Ve her 10 Kasımlarda olduğu gibi, bu 10 Kasımda da  iki damla gözyaşı ile tokmaklıktan kurtulamıyoruz.

Velhasılı, şu bizim fıkra kahramanımız,  ihtiyar kadar olamıyoruz. Atatürk ne yapsın buna.

Yazımı Şair Necati  OCAKÇI’nın üç dörtlüğü ile bitirmek isterim. Umarım beğenirsimiz. Çakıl taşları isimli kitabından.

‘Olmaz’ gerçekleşti, bu yurdu, kurdu.,

Düşman yerleştikçe, vurdu ha vurdu.

Babamız, kim bilir kimler olurdu,

Şu fani dünyaya sen gelmeseydin.

Emanetin vatan. Şimdi yastadır,

Bölücü emeller girdi,hastadır.

Sanki dilimlenip yenen pastadır,

Keşke sararmasan, sen ölmeseydin.

Üniter yapıya haleller geldi,

Eli matkap tutan deldikçe deldi.

Türkiye’m seninle çok çok güzeldi,

Yaşasaydın Atam, sen ölmeseydin. 


Umutlu bir Türkiye ve yaşam dileklerimle, kalın sağlıcakla.

Önceki ve Sonraki Yazılar