ÇARESİZLİK

Uzun yaşamın verdiği yorgunluk, aklından geçenleri yapamayacak kadar güçsüz bacakları, onu dinlemiyordu. İstediği davranışları yapamadığından, canı bir türlü sobanın başından ayrılmak istemiyordu. Evde kendisi, eşi, kızı ve torunlar ile birlikte yaşıyordu.

Nerde o günler diye kendi kendine hayıflandı.

5 çocuğu vardı. 4 oğlan bir de kızı. En küçüğü kızıydı. ‘Yakınımda bulunsun’ diyerek, onu köyden birisi ile evlendirmişti. Çocukları ve damadı, arazileri geçimlerini sağlamadığı için köyden ayrılmak zorunda kalmışlar, büyük şehre çalışmaya gitmişlerdi. Kızı ve 4 çocuğu da başlarına kalmıştı.

Köyde kendisi gibi yaşayan pek çok kimse vardı. Zar zor karınlarını doyuruyorlardı.

Evde bir tek eğlenceleri vardı. Akşam olunca siyah beyaz televizyonun başına geçip, haberleri dinlemek. Eğlence gösterilerini pek sevmezdi. Kaymakamlıktan ve Köy Muhtarlığı’ndan, bayramlarda ve diğer zamanlarda gelecek haberleri de duymak için çocuklara;

 “Ne diyor bakın” diye sorardı. 

Geçmişte böyle değildi. 3-5 hayvan besler, onların sütünü, yetişen danalarını satarak geçimini sağlardı. Yoksulluk elde avuçta ne varsa alıp götürmüştü. Muhtaç duruma düşmüştü. Çocukları iş buldukları zaman çalışıp, az çok  para gönderiyorlardı. Düzenli bir işleri yoktu. Hepsi de gurbetteydi.

Televizyonu açınca bazılarının söylediği sözler çok zoruna gidiyordu.

Kişi başına milli gelir 15 bin dolar…

İşsizlik, şu kadar azaldı…

Her şey eskisi kadar pahalı değil…

Biz dünyada özellikle İslam ülkeleri ile çalışıyor, başarılı da oluyoruz… 

Her gün ticaretimizi biraz daha geliştiriyoruz. Zenginleşiyoruz.

Önümüzdeki engelleri aşıyoruz.

Bakın artık her yerde içki satılmayacak…

O zaten hiç içki içmemişti. İçki almaya parası da yoktu. Kendi kendine; “Bana ne?” dedi. Sonra da “Başka uğraşacak şey yok mu?” diye hayıflanıp; “Hadi canım sende!” dedi. O’nun derdi 5 çocuğuna iş bulunmasıydı. Hiç kimselere muhtaç olmadan, dilenci durumuna düşmeden yaşamaktı.

Öyle mi oluyordu ya?

Köyde kömür dağıtılırken, isminin hoparlörden ilan edilmesinden, bayramlarda aynı şekilde çağrılması çok zoruna gidiyordu. Köyde fısıltı şeklindeki konuşmalar bile onu çıldırtıyordu. Eli ayağı tutmuş olsa bu duruma düşer miydi?

Yapılan yardımların, fakirin fukaranın gözüne sokar gibi yapılması, Müslümanlığa sığar mıydı? Müslüman olduğunu söyleyenlerin, böyle davranmasına çok içerliyordu. Bu ne biçim Müslümanlıktı ?

Bu ülke hiçbir zaman bu duruma düşmemişti. Her mevsim yapılacak bir iş bulunurdu. Hiç kimse, aç açıkta kalmazdı. Pancarı, tütünü, pamuğu, fındığı, fıstığı, inciri, üzümü, zeytini satılır. Herkesin cebine geçinebileceği kadar bir para girerdi.

Hayvancılık ise başlı başına bir gelir kaynağıydı. Hali vakti yerinde olanlar 5-10  büyük baş, yerinde olmayanlarda küçük baş hayvan alır, onların geliri ile karınlarını doyururdu.

Ya şimdi. “Kurbanlık hayvanları bile dışarıdan alır olduk. Neden bu hale düştük” diye sordu? “Bu hale düşmemizden herhalde bir menfaat sağlayanlar mı var?  Dışarıdan kurbanlık hayvanları kim getirdi? Kaça getirdi? Kaça sattılar?” diye aklından geçirdi.

Bazıları saltanat içinde yüzerken, halkın yalan-dolanla oyalanmasına ve aldatılmasına çok içerledi.

Torunlarının uykusu gelmişti. Nineleri, uzunca bir döşeği enlemesine sobanın yanına yazdı. Torunlarını yatırdı. Üzerlerine yünden yapılmış bir bozluk örttü.

Onlara bakarak;  “Bizler mi rahat yaşadık? Onlar mı rahat yaşayacak?” diye içinden geçirdi.

Bu düşüncelerden uzaklaşmak istercesine ;

“Vay  Be!..” diyerek çaresizliğine yandı...

Uykuya daldı…

Önceki ve Sonraki Yazılar