KOCAÖNER

 

 


M. Kemal Yılmaz  ile birlikte arabamızda sohbet ederek Söke üzerinden Kuşadası’na gidiyorduk. Söz arasında, yazar Abdülkadir Güler’den bahsederken yanına uğramayı  düşündük. Çünkü, katılacağımız toplantıya iştirak etmek isteyebilir, hata etmeyelim dedik. Çalışma ofisine uğradığımızda, masa başında bulduk kendisini. Güler yüzü ile karşıladı bizi. Çay içmekte idi. Hemen bizlere de ikram etti demli çaylardan. Tanış olduğumuz yazar arkadaşlarımızın yazdıkları üzerinde konuşmalar yapılırken postacının içeri girişi konuşmalarımızın ara verilmesini gerektirdi.


Abdülkadir Bey, gelen zarfları açmakla birlikte düzenlenen programlardan bahsediyor. Bir ara yazdığı şiirlerden bazı bölümleri okumaya başladı. Kemal Bey’den görüşlerini almak istiyordu. Bir ara,  masasının yan tarafına eğildi. Oradan bir çift ayakkabı çıkardı. Kemal Bey’e dönerek,


- Bu ayakkabıyı hatırladın mı? diye sordu. Yanıt alamayınca;


- Sizinle birlikte Çanakkale gezimizde Gelibolu Yarımadası’ndaki  şehitlerimizin yattığı topraklarda bu ayakkabılarla dolaşmıştım. Artık bu ayakkabımı giyemiyorum. Çünkü onunla şehitlerimizin yattığı toprakları basmıştım. Çocuklarıma ayakkabımı anı mirası olarak vasiyet ettim” dedi.


Oturduğum koltukta hem dinliyor, hem de binanın yapısını inceliyordum. Yüksek tavanlı  büyük  bir salon ortada. Odaların kapıları salona açılıyor. Bir iki basamakla inilen bahçesi ağaçlar ile gölgeli. İkamet için değil, sürücü kurs binası olarak kiralanmış. Savcı olarak önceki yıllarda görev yaptığım sıralarda nedense bu binayı görmemişim. Hayran kaldım konumuna. Binanın mülkiyetinin kime ait olduğunu sorduğumda aldığım yanıt “Ömer Kocaöner” oldu.


Bu isimle yıllar öncesinde yaşadığım anılarım tazelendi.


Söke’de göreve başladığım 1965 yılları idi. Bir gün adliyedeki meslek arkadaşlarım, Kuşadası’nda deniz kenarında yemek yiyelim diyerek davet etmişlerdi. Nihat Bey’in arabası ile mesai sonrası Söke’den ayrılmıştık. O tarihlerde granta yokuşu virajlı yollardan tırmanılırdı. Yayla köyünden aşağıya doğru inmeye başladığımızda deniz görülmüştü.  Ceza Hakimi Sadettin Bey, “Bekle deniz, geliyoruz yanı başına” demişti. Bir müddet sonra Kuşadası’na ulaştık. İskele başında arabamızı park etmiştik. Nihat Bey, “Oturalım mı biraz dolaşalım mı?” sorusuna hep beraber “Biraz dolaşsak daha iyi olur” demiştik.


Nitekim öyle yaptık. Ama kısa sürdü 1965 yılının Kuşadası ne ki? Gezilecek, şehir içinde yer kalmamıştı. Arabanın park ettiği yerdeki Kazım Usta’nın balıkçı lokantasına gelip oturduk.


Hakim Sadettin, denize sıfır masa hazırlattı garsona. Ortalık kararmak üzere idi. Oturduk  masamızın durumuna göre. Soğuk mezeler önce masamıza getirildi. Beğendiklerimiz masada kaldı, diğerleri geri gitmişti. Rakımızın sakiliğini Nihat Bey yapıyordu. Soğuk mezelerle rakılarımızı yudumluyor sohbet ediyorduk. Bir müddet sonra iki el ile tutulan kayık bir tabak içinde iki kiloluk sinarit balık masamızın ortasına yerleştirildi. Balığı yemesek de olacaktı. Seyretmesi daha zevkli idi. Balığın ağzına marul havuç sıkıştırılmış, kenarlarında kızartılmış patates ve marul yaprakları konmuştu. Hakim Sadettin, “Seyretmek mi lazım yemek mi lazım acaba?”  dediğinde kahkaha atan Nihat Bey ayağa kalktı. Getirilen büyük bıçak ve balık tabağını önüne çekti.  “İsterseniz siz seyredin ben yiyeyim ” deyince  boğazından geçecek mi sorusu karşısında “Endişe etmeyin taksim edip dağıtmak için önüme aldım ” sözleri üzerine rahatlamıştık.


Nihat Bey tabaklarımıza adil bir şekilde dağıtımı yapıyor ve yüzündeki gülücükleri de eksik olmuyordu. Neşemize değecek yoktu. Komşu masalardan bile esperili laflar atılıyordu masamıza. Karşılıklı gülüşmeler, denizden esen meltem rüzgarı ile dağılıp gidiyordu.


Vakit hayli ilerlemişti. Hesabımızı isteyip kalkmak fikrini ileri sürüldüğünde, biraz daha oturalım düşüncesi masamıza hakim oldu. Arabaların park ettiği yerden mantardan  yapılmış fötr şapka başında, elinde güzel bir baston, numaralı güzlüklü, beyaz keten takım elbiseli ve sağlıklı cüsseli bir beyefendi bizim masamıza doğru gelmeğe başladı. Benim tam karşımdan geliyordu. Ben tanımıyordum. Tanışmamıştım. Masamıza yaklaştığında, arkadaşlarımız ayağa kalktılar,


- “Ooo. Ömer Ağa. Hoşgeldiniz, buyurunuz  masamıza” dediler. Masamızın denize bakan baş kısmına garsonlardan birisi koşarak sandalye getirdi. Garson Ömer Ağa’nın oturması için sandalye başında bekledi. Ağır başlı bir davranış içerisinde oturdu. Yanına bir sandalye daha istedi. Başındaki şapkayı ve asasını koymak için. Garson gerek yok ben vestiyere bırakayım dedi ise de dinlemedi istediğini yaptırdı.


Nihat Bey, her zamanki zarif hali ile ayağa kalktı. Ömer Ağa ile beni tanıştırmak için. Ömer Ağa’nın yüzüne bakarak,


- Ömer Ağa bu genç arkadaşımız  yeni tayinle gelen Söke Savcımız” dedi. Bana dönerek, Bu misafirimiz tüm Sökelilerin Ömer Ağasıdır” dedi.                                                                              


Her ikimiz ayağa kalkarak tanışmaktan dolayı mutlu olduğumuzu söyleyerek ellerimizi kavuşturduk. Ömer Ağa ile tanışmam içki sofrasında oldu. Hal hatır sormalarımız bittiğinde masamıza baktığımda kısmen balık ve sıcak mezelerden kalanlar vardı. Nihat Bey, Ömer Bey ne emredersiniz demek için ayağa kalkarken, Ömer Ağa arkasına döndü, ayakta bekleyen garsonu işaretle yanına çağırdı. Eliyle işaret ederek ,


-Bu masayı temizle. Yeniden servis hazırlayın.


Talimatını verdi. Hiçbirimiz itiraz etmedi. İtiraz etmek saygısızlık sayılacağından  karşılıklı yüzlerimize baka kaldık.  Garsonlar koşar adım gidip geldiler yeniden servisler masaya donatıldı. O tarihlerde çiftlik ürünleri balık yetiştirilmiyordu. Önce kalamar getirin arkasından çipura balıkları ızgaraya koyun talimatını veren Ömer Ağa, Kuşadası’na kendisinden izinsiz geldiğimiz için kızdığını belirtti. “Sizler kürsünün hakimi savcısısınız, ben de Söke’nin Kuşadası’nın hakimiyim “ deyiverdi. * Devam edecek

Önceki ve Sonraki Yazılar