ZEYTİN MORUYDU GECE (3. bölüm)

 

Işıl ışıl sokak lambaları yıldızların yerdeki izdüşümleri gibiydi.

Gökyüzüne baktı.

Yıldızlar dans ediyordu.

Uzansa yıldızlara erecekti sanki.

Setlerdeki ağaçları yalayarak gelen serin esinti yüzünü okşadı.

Kaleiçi semtinde bulunan tarihi köşklerin sahipleri, yapıların korumaya alınacağını ve bir çivi çakmalarının bile mümkün olmayacağı haberlerini aldılar başkentte meclisteki dostlarından.

Oysa yeni türeyen kat kat yapılar, betonarme apartmanlar milyoner yapacaktı tümünü.

Tek çareleri köşkleri ateşe verip kül etmekti. Ellerini çabuk tutmalıydılar.

Öyle diyordu, başkentten arayan önemli yerlerdeki dostlar.

Elleri bu gece de varmadı, tarihi yakmaya...

Ertelediler.

Kentin tüm itfaiyecileri yarın gece, söndürmeye yetemeyecekleri kadar köşk yangınlarından habersiz, kulakları tetikte geceyi yarılamışlardı.

Önce birkaç tuzlu leblebiyi attı ağzına Bekir.

Mantarını bakkala gevşettirdiği şişeyi açtı. Mantarı aşağıya bıraktı. Yavaşça indi mantar, süzülerek çarptığı yeni açılmış bir papatyayı öptü.

Mantar papatyayla öpüşürken, şarabın ilk yudumlarının midesini yaktığını duyumsadı.

Damarları alkolün gizemli etkisini beynine taşıyınca ummadığı bir cesaret geldi Bekir’e.

Bir adım atsa,cami duvarını aşıp karşıdaki kız öğretmen okulunun yatakhanesine ulaşacaktı.

Ama ne mümkün...

Sevdiği kız çoktan uyumuştu.

O gözlerine aşık olduğu kız.

Kalbinde hüzünlerden damıtılmış sevgiyle tutulduğu Lüleburgazlı kız, çoktan uyumuştu.

Perdeler çekilmiş, elektrikler sönmüştü.

“Seslensem, sesimi duyar mı acaba? “diye düşündü.

Londra asfaltından her iki yönde geçen taşıtlar, gecenin sessizliğini bozuyordu.

Çilingirler çarşısı yönünden gelen, gecenin kekremsi kokusunu ciğerlerine çekti.

Yudumlamayı sürdürdüğü şarabın acılığını alsın diye bir avuç leblebiyi ağzına doldurdu.

Geceyi dinledi.

Bir köpeğin havlaması duyuldu, kırlardan.

Tunca’nın akan su sesi karıştı havlamalara.

Meriç üzerindeki asırlık köprüden geçen bir arabanın farları yanıp söndü. Söğütlük, çok yakınmış gibi göründü bir an.

Bir plaktan yükselen şarkı yankılandı, kız öğretmen okulu yatakhane penceresinden.

“Açık bırak pencereni, örtme perdeyi bu gece...”

Nasıl da denk düşmüştü geceye.

Serhat sinemasının yazlık bahçesinden, kötü adamın yalvarışlarını,bağışlanma yakarışlarını getirdi esintiler.

Bu, Erol Taş olmalı.

Ses, bildik ses.

Kim bilir,işlediği hangi suçun ardından yalvarıyordu yine bağışlanmak için.

Ama silah seslerinden, Jönün -büyük olasılıkla,Ayhan Işık- onu bağışlamadığı anlaşılıyor.

Asfalttan burunsuz bir otobüs geçti, son model.

İstanbul’a günün son yolcularını götürüyordu.

Bahar serinliği üşütüyor saatler ilerledikçe.

Şişedeki şarap tükendikçe, görme isteği daha bir çoğalıyordu .

“Ah, Yeliz ah! Bu saatte burada olduğumu bilseydin ne olurdu?”

“Ne olurdu, perdeyi aralayıp baksaydın, göz göze gelseydik?

“Ah, Yeliz Ah!”

Ama ne çare?

Şişeyi son kez diktiğinde, tam karşısında asfaltın üst yanındaki Bulgar Konsolosluğu’na takıldı gözleri...

Odanın içinde görevliler,panik içinde koşuşturuyorlardı.

Önemsemedi. Oysa, orada bir şeyler oluyordu.

Çok uzaklarda; İstanbul’da Hürriyet Gazetesi, ertesi gün gazetesinin ilk baskısını değiştirmek zorunda kalmıştı.

Rotatifler, ” Günlerdir izlenen Bulgar casusunun yakalandığı”haberini ham kağıtlara, üflüyordu.

Bekir’in, Yeşil gözlü Yeliz’ine vermek için çektirdiği fotoğraflarını hiçbir zaman alamayacağından haberi yoktu.

Çünkü,fotoğraf çektirdiği “Foto Meriç”in sahibi,Casusla işbirliği yapıyor görünüp onun yakalanmasını sağlamıştı.

Ve çok uzun bir süre ortalıklarda görünmeyecekti...

Zeytin moruydu gece, sabahı giyiniyordu artık...

-bitti-

Önceki ve Sonraki Yazılar