TURİST ÖMER’DEN ÇİRKİN KRAL’A UZANAN BİR ÖYK܅

 

 

Eskiden bir Turist Ömer vardı…

Kasketi biraz yana kaykılmış silueti ile bizden birisi olan ve hayatın tüm acı cilvelerini yaşamış, kaderin tekmesini yemiş ve feleğin çemberinin içinden geçmiş olmasına rağmen eğilmemiş, bükülmemiş ve kişiliğinden bir arpa boyu ödün vermemiş sıradan bir halk insanı örneği…

Gösterişsiz, kendi halinde, ama haksızlıklara karşı yiğitçe direnen, züppelikleri kendisine has iğnelemelerle delik deşik eden, hassas, duygulu, mert, gösterişsiz, ama acılı bir yaşam ve tümü ile ironi içinde çalkalanan bir hayat…

O eski günlerin Yeşilçam sineması Türkiye halkının işte böyle bir kişiliğe ihtiyaç duyduğunu keşfetmişti.

Böyle bir kişiye ait öykülerin “iş” yapacağını keşfetmişti.

Ve sözünü ettiğimiz ihtiyacı karşılayabilmek için kollarını sıvamış, Sadri Alışık’ı başrole oturtmuş ve bu “iş”i kotarmanın çabası içine balıklama dalmıştı.

Turist Ömer, toplum içinde dört dönüp her nasılsa kendisini bulan türlü çeşitli trajedilerin odağında umursamadan oturur, acılı gözleri ve külhanvari futbol argosu ile tekmil haksızlıklara meydan okurdu:

-       Bu da mı ofsayt hakim bey?..

Sinema salonunda biçare hıçkırıklar duyulurdu bu duygu yüklü sözlere karşı…

-       Bu da mı ofsayt hakim bey?..

Hayatı içinde sürekli olarak “ofsayt”a düşen ve bir türlü gol atma bahtiyarlığına ulaşamayan ya da her nasılsa attığı gollerin tümü bir şekilde defterden silinip atılan o kalabalık Yeşilçam seyircisi, acılarını paylaşmanın hazzı ile ıslatırdı göz bebeklerini…

Acıyı paylaşmak, yaranın içindeki cerahati akıtıp temizlemeye yarar.

Ve böylece yaranın habis bir hale dönüşerek kangren olmasını önler.

Acının, toplumun kanalları içinden akıtılarak erdemlere tutunmasını ve insanın iç dünyasında haklılık mertebesine ulaşarak kişinin ferahlamasını sağlar.

Sadri Alışık’ın bir aile babası olarak evine götürdüğü pasta, işte bu ferahlatma eyleminin karşılığında “hak edilen” bedel ile satın alınıyordu.

Toplumsal acıların bertarafı bir sınaî üretim faaliyeti haline dönüştürülmüştü.

Yeşilçam sineması, işte bu türden ironik bir üretim merkezi olarak işlev görüyordu.

Toplumun onayladığı günahlar vardı, sorgulanmadan kabul gören doğrular ve yanlışların rahlesinde devinen, haksızlıklara uğrayan, acılar içinde kıvranan ve dom-dom kurşunu türküsünü oyun havasına çevirerek göbek atan kalabalıklar vardı.

Yeşilçam aptal mıydı?

Hayır, değildi.

Ülkenin sinema zanaatçıları yaratıcıydı.

Toplumsal acıların sarmalından ürettikleri ağlayıp/sızlamalı senaryoları, alt/kültür bulamacında horon tepen devşirme jönler ve baygın bakışlı vamp dilberlerin “sanatsal”  katkıları ile aktarıyorlardı beyaz perdelerine…

İşte o beyaz perdenin şeytan üçgeninden bir Sadri Alışık geçti ve bir de Çirkin Kral unvanlı Yılmaz Güney…

Birincisi bu bol acılı dünyayı evine pasta götürmek için kullandı… Ötekisi ise, çekilen acılardan kurtulmanın yollarını anlatan çeşitlemeler sundu topluma…

Birincisi Turist Ömer olarak geçti Yeşilçam’ın tarihine…

Çirkin Kral ise, toplumsal acıların yok edilmesi yönündeki mücadelenin yiğit bir öncüsü olarak Dünya sinema tarihine yazdırdı adını…

İşte hepsi bu kadar!

Ve insan, işte “hepsi bu kadar!” olan bu kısa öyküyü düşünerek yaşamalı kendi hayatını…

Önceki ve Sonraki Yazılar